Şeyh Said’in misyonu ve mirası Başakşehir’de müzakere edildi

Geçen sene Başakşehir İslami Kuruluş temsilcileriyle yaz aylarında yapılan İslami hareketin öncüleri ve metodik yaklaşımlarıyla ilgili müzakereli aylık buluşmaların bir devamı olarak gerçekleştirilen toplantıda Hamza Türkmen’in yöneticiliğinde konuyla ilgili çalışmaları olan Fahrettin Gün, Bahadır Kurbanoğlu ve Kazım Sağlam sunumlarda bulundular.

seyhsaid2.jpeg

Sunumların müzakerelerini Abdullatif Genç, Musa Uzer, Şemseddin Özdemir, Murat Ayar, Vahdettin İnce ve Adnan İnanç gerçekleştirdiler.  Sunumda bulunanların son değerlendirme konuşmalarıyla program geç vakitlerde sona erdi.

Müzakerelerin arasında günün anlam ve önemini bedii ölçülerle ele alan Grup Yürüyüş solisti ve bestecisi Mehmet Ali Aslan, Grup Kıyam üyeleri ile beraber “Kahır” ve “Adınla Büyü Bebeğim” ezgilerini dillendirdi.

hamzaturkmen1.jpeg

Hamza TÜRKMEN, 15’er dakikalık sunumlar yapacak olan üç tebliğciyi konuyla ilgili çalışmaları, yayınları ve kitapları bulunan kişiler arasından seçtiklerini belirtti. Sözü sunumculara vermeden önce bu etkinlik ve etkinlikler süreci ile açıklamada bulundu:

“Başakşehir İslami Kuruluşlar temsilcileri ve konuyla ilgili ulu’l el-bab ile yapılan istişareler sonucu Tertip Heyeti olarak mütevaffa İslami mücadele, ıslah ve inşa öncülerimizden her ay birisini ele alıp değerlendirelim ve birikimimizim sürdürülebilirliğini yenileyerek yaşatalım istiyoruz. Bu ay da bugün 29 Haziran’da Şeyh Said’in şehadetinin 100. Yıldönümü. Tasarladığımız bu etkinliklere aziz şehidimizle başlayalım dedik.”

fahrettingun.jpeg

Şeyh Said’in yeni kurulmakta olan rejime muhalefeti ve hareketinin oluşum süreci ile ilgili ilk değerlendirmeyi Fahrettin GÜN gerçekleştirdi ve özetle şu ifadelerde bulundu:

“Şeyh Said olayı, Cumhuriyet tarihinin en önemli hadiselerinden biridir. 13 Şubat  1925 yılında başlayan bu hadise Cumhuriyet tarihini önemli ölçüde etkilemiştir.

Bu hadise, önceden planlanmış, programlanmış bir olay olmayıp, emperyalist güçlerle hiçbir bağlantısı olmayan bir harekettir. Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra ortaya konulmaya çalışılan resmî ideolojinin seküler-laik uygulamalarına karşı İslâmî hassasiyetle girişilmiş bir ‘kıyam, bir ayaklanma’ hareketidir.  

Millî Mücadele hareketi, dînî nitelikte bir hareket olarak başlar ve mücadelenin kazanılmasına kadar da böyle devam eder. Nitekim Birinci Meclis’teki mebusların yemin metninde bu durum açıklıkla müşahede edilir:

‘Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin istihlâsı ve istiklâlinden başka bir gaye takip etmeyeceğime Vallâhi…’    İşte BMM’yi kuran bu ruhtur, bu anlayıştır.

Ülkenin din gücüyle, iman gücüyle kurtarılmasından sonra yönetimi ele geçiren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 1923’ün ortasında Lozan Antlaşması’nın kabulü ve Cumhuriyetin ilânından başlayarak beklenilmeyen bir tarzda Millî Mücadele’nin ruhuna tamamen aykırı bir biçimde Batıcı yörüngede laik düzenlemeler hayata geçirmeye başlarlar. Bu bağlamda 1924 Mart’ında Hilâfetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesi, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilmesi gerçekleştirilir. Çok geçmeden yine seküler bağlamda Medreseler kapatılır, Şer’iyye Mahkemeleri kaldırılır, Tekke, Zâviye ve Türbelerin önüne set çekilir.

Aslında Osmanlı Devleti’nin son döneminde 1912’de Balkan Savaşları’ndan başlayarak, akabinde girilen Birinci Dünya Savaşı ve devamında Kurtuluş Savaşı yıllarında bitap düşmüş, her türlü fedakârlığa katlanmış halk katmanları üzerinde bu seküler değişimler, büyük bir hayal kırıklığına yol açar, Batılılara kendisini benzetmeyi içeren laik girişimler karşısında büyük hüsrana uğrar.

Bu seküler düzenlemeler karşısında Anadolu insanı ne yapacağını bilmez bir halde şaşa kalır. Yapılan laik düzenlemeleri bir türlü havsalası almaz. Bu, nasıl bir gidiştir?

Bu süreçte ülkenin münevverleri, mânevî öncüleri dinine, imanına aykırı olarak gerçekleştirilen bu seküler girişimlere, laik dönüşümlere karşı bir tavır belirlemeye çalışır. İşte bunlardan birisi de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hınıs’a yerleşen Palu ve Hınıs’ta medreseler açmış olan Şeyh Said’dir. Şeyh Said, hem açtığı bu medreselerin müderrisi hem de Nakşibendi tarikatının bir şeyhi olarak ülkenin doğusunda ün kazanmış birisidir. O aynı zamanda bölgedeki birçok aşîretin de reisi konumundadır. Bu yüzden başta dînî konular olmak üzere bölgedeki içtimai konularda halk tarafından başvurulan mânevî bir liderdir. Ailece maddî imkanları da olan Şeyh Said, çevresi tarafından fazlasıyla sevilir ve saygı gösterilir.

seyhsaid1.jpeg

Şeyh Said, Cumhuriyetin ilânından sonra arka arkaya yapılan bu laik devrimleri, düzenlemeleri yakından izler. Ankara’daki gelişmeleri gerek bölgeye yaptığı ziyaretler sırasında gerek talebeleri vasıtasıyla gerekse İstanbul matbuatını özellikle de İslâmcı bir yayın organı olan Mehmed Âkif’in yönetiminde yayınlanan ‘Sebilürreşad’ gazetesini takip ederek haberdar olmaya, öğrenmeye çalışır.

Özellikle Medreselerin kapatılması, Hilafetin kaldırılması ve aile hukuku bağlamındaki değişiklerin yanı sıra İslâmî değerlere yönelik hakaret ve saldırıların artması Şeyh Said’i fazlasıyla rahatsız eder ve bu laik dönüşümlere karşı bir tavır ve tutum belirlemeye çalışır. Nasıl bir yol izlemesi gerektiğini uzun uzun düşünür. Seçenekler üzerinde muhasebeler yapar. Yöntem olarak halkı irşad etmesi mi, risâleler yazarak halkı yönlendirmesi mi, ya da laik devrimlere karşı fiili olarak kıyama kalkması mı gerekiyordur? İşte bu konularda çevredeki ve bölgedeki âlimlerle, şeyhlerle istişareler yapar, bunun için de bölgede birçok geziler gerçekleştirir.

Laik düzenlemelere karşı mücadele de kararlıdır. Yalnızca yöntem konusunda henüz bir karara varamamıştır. İşte böyle bir süreçte hiç beklemediği, hiç ummadığı bir zamanda Piran köyündeki bir düğünde bazı Türk zabitlerinin örfe aykırı tutumları nedeniyle ‘kıyam hadisesi’ cereyan eder. Onun payına ise bu kıyama liderlik yapmak düşer.     

Daha çocukluğunda tefsir, hadis, fıkıh, sarf, nahiv gibi klasik dinî ilimler tahsil etmeye başlayan genç Said, Hınıs Tekkesinin yeni varisi olarak yetiştirilir; medreselerde ders verip, yaptığı konuşmalarla halkı irşad eder.

Tabii ki 1920’lerde şeyhlik olgusunu doğuda sadece dinî bir kurum olarak görmemek gerekir. Şeyhler tekkelerinde oturan, müridlerinden geçinen yaşlı kimseler değildir. Şeyhler, aynı zamanda ata binen, silâh ve kılıç kullanmakta usta, vuruşkan gözü pek beylerdir. Halkın üzerinde de dinî etkileri vardır…Şeyh Said, zaten varlıklı ve büyük hayvan sürülerine sahip olan ailesini, yaptığı ticaretle daha da varlıklı bir hale getirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki yeni devletin laik-seküler anlamdaki girişim ve reformları hiç kuşkusuz ülke sathında Türk olsun, Kürd olsun bütün Müslüman ahâliyi rahatsız edip kaygılandırdığı gibi, Şeyh Said’i de fazlasıyla kaygılandırıp, endişeye sevk etmiştir. Bölgedeki gelişmeleri ve Ankara’da cereyan eden hâdiseleri matbûat yoluyla, özellikle de Mehmed Âkif’in başyazar, Eşref Edib’in sahibi ve yazarı olduğu İslâmcı ‘Sebîlürreşâd’ gazetesi, Velid Ebuzziya’nın sahibi, başyazarı olduğu ‘Tasvîr-i Efkâr’ gazetesi ve diğer İstanbul matbuat vâsıtasıyla yakından takip etmeye çalışan Şeyh Said, din-siyâset eksenindeki laik düzenlemeler karşısında ne yapacağı hususunda bir muhasebe içindedir. Halifeliğin kaldırılması ve dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı Medreselerin kapatılması, ondaki kaygı ve endişeleri daha da artırır. Özellikle medreselerin kapatılması -ki kendisine bağlı medreseleri vardır- onu laik içerikli menfî gelişmeleri analiz etmeye ve karşı bir duruş için nasıl bir tavır ve konum belirlenmesi noktasında düşünmeye zorlar.

İfade vermek için gittiği ve birkaç gün kaldığı Hınıs’ta, Hınıs Müftüsü olan kardeşi Bahaeddin Efendi ile Şeyh Said arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivâyet olunur. Şeyh Bahaeddin, ağabeyi Şeyh Said’e şöyle der:

‘Ağabey, sen yapılan bu inkılâpları kabul etmediğini söylüyorsun ve ‘Ben Hazreti Muhammed’in ümmetine mensup bir âlim olarak, İslâm’ı saf dışı eden bu harekete karşı sessiz kalamam. Çünkü yarın hesap gününde Allah’a, Resûlü’ne ne yüzle bakacağım? Ne cevap vereceğim?’ diyorsun. Fakat bu millet olgunlaşmamış, birlik sağlanamadığından bu olay neticeye varmaz. Sen en iyisi gel, biz buradan hicret edip Türkiye’yi terk edelim’.

Şeyh Said Efendi, kardeşi Şeyh Bahaeddin’e kızıyor ve diyor ki:

‘Bahaeddin, Bahaeddin! Ben bu işe elimdeki tek değnekle de olsa karşı çıkacağım.’

O, Ankara’nın din-siyâset açısından seküler icraatlarına tümüyle muhaliftir. Fakat mücadelenin yöntemi konusunda bir karara varamamıştır.

Bir başka ifadeyle, Şeyh Said’in ülkede laiklik noktasında yapılan keskin değişim ve dönüşümlere karşı bir âlim olarak muhalif tavrı açıktır. İslâmî hassasiyetinin verdiği bir duyarlılıkla seküler değişimlere karşı tepkili olduğu için mücadele etme gereği duymakta, bu mücadelenin zarûrî olduğuna inanmaktadır. Dahası, bu mücadelenin dînî bir sorumluluk, bir vebal olduğunu düşünmektedir.

Gerek Şeyh Said Efendi ve gerekse kardeşi Hınıs Müftüsü Şeyh Bahaeddin Efendi, özellikle de Mehmed Âkif’in başmuharrirliğinde ve yönetiminde yayınlanan Sebîlürreşâd gazetesi başta olmak üzere İstanbul matbuatını dikkatlice takip ederek Müslüman münevverlerin, ulemânın Türkiye’deki Avrupa’yı yörünge edinen laik düzenlemelere, değişimlere nasıl baktıklarından, nasıl değerlendirdiklerinden haberdar olurlar.

İşin ilginç yanı Şark İstiklâl Mahkemeleri’nde idam cezasıyla yargılanan ‘Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edib’e yöneltilen sorularla Şeyh Said’e sorulan sorular aynı benzerliktedir.

Mustafa Kemal, Pasinler Depremi vesilesiyle geldiği Erzurum’dan ayrılırken, bölgenin önemli eşrafından, Meclis’te Musul konusunda muhalefeti nedeniyle fazlasıyla rahatsız olduğu mebuslardan Yusuf Ziya’nın ve bölgedeki KürdTeâlî Cemiyeti eksenli çalışmalarından dolayı Cibranlı Halid’in yakalanıp, tutuklanmaları için emir verir. Nitekim bazı kaynaklarda Cibranlı Halid ve diğer eşrafa karşı bir operasyon yapılmasında Şeyh Said’in bacanağı Cibranlı Halid’in akrabası olan emekli Binbaşı Kasım’ın Mustafa Kemal’e ihbarlarının etken olduğu belirtilir.

10 Ekim 1924 tarihinde Bitlis mebusu Yusuf Ziya’nın,20 Kasım tarihinde Cibranlı Halid’in ve Mutkanlı Hacı Musa ile bölgede diğer bazı ileri gelen eşrafın birbiri ardına gözaltına alınmaları takip eder. Bitlis Harp Divanı’na (Askerî Mahkemesi’ne) sevk edilirler. Mahkeme tarafından sorgulanıp, tutuklanırlar.

Daha sonra Bitlis Harb Divanı, Şeyh Said ve Hasenanlı Halid’e Bitlis’e gelip ifâde vermeleri için birer celbnâme gönderir. Onlar ise mahkemenin bu dâvetine icâbet etmezler. Çünkü bu dâvete icabet, aynı zamanda birtakım isnadlarla tutuklanıp hapsedilmek, hatta daha ilerisi îdam sehpalarına gönderilmek anlamına da gelmektedir. Bu gelişmeler Şeyh Said’i düşünmeye sevk ettiği gibi, aynı zamanda tutuklanmaktan endişe etmesine de neden olur.

Şeyh Said, askerî mahkemenin çağrısına, yaşlı olmasını gerekçe göstererek Bitlis’e gidemeyeceğini belirtir ve ifadesinin Hınıs’ta alınmasını talep eder. Hınıs’ı tercih etmesinin sebebi, orada dergâhının bulunması ve güçlü bir çevresinin olmasıdır. Bunların yanı sıra Şeyh Said’in kardeşi Bahaeddin Efendi’nin Hınıs’ta müftü olarak görev yapması da diğer önemli bir etkendir.

Şeyh Said’in gerekçesi ve talebi yetkililerce kabul edilir. Bunun üzerine 22 Aralık 1924 günü Erzurum Valiliği’nin emriyle Hınıs’a gider. Kendisine halkı isyana hazırlamak ve Cibranlı Halid ve Yusuf Ziya’yla (eski Bitlis Milletvekili) işbirliği suçu isnad edilir. Şeyh Said, bütün suçlamaları reddeder. Ortada bir delil olmadığından Hınıs Kaymakamı Maksun Bey, Erzurum’a telgraf çekerek Şeyh Efendi’nin mâsum, iftiraların asılsız olduğunu bildirir ve Şeyh Said serbest bırakılır.

Fakat Şeyh Said, Ankara ile mücadele etme konusunda kararlıdır. Lâkin zihin dünyasında bu karşı çıkmanın, bu mücadelenin usûl ve yöntemi konusu henüz netleşmemiş, belirginleşmemiştir.

Bu mücadeleyi, ‘irşad yoluyla’ mı, ‘risâle yazarak’ mı, yoksa ‘kıyam ederek’ mi yapacaktır? Dolayısıyla konuyla ilgili henüz bir karara varamamıştır.

Fakat bölgedeki gelişmeler, bölge eşrafından olan insanların tutuklanmaları, Ankara’daki siyâsî gelişmeler, lâik yapılanmalar Şeyh’in yavaş yavaş bu mücadele yönteminin nasıl olması konusunda karar vermesine yardımcı olur.

İşte bu süreçten sonra Şeyh Said, nasıl bir tutum ve yöntem izlemesi gerektiği hususunda bir yol haritası çizmek için bölgede ziyaretlere başlar. Fakat bu ziyaretler Şeyh Said’in zaman zaman gerçekleştirdiği mûtad ziyaretlerden biraz farklı olup, Ankara yani hükümetle mücadele etme konusunda bir karara varabilmek için yaptığı ziyaretlerdir. Karlova’dan, Haniye gittikten sonra 8 Şubat günü kardeşi Abdurrahim Efendi’nin ikâmet etmekte olduğu Piran köyüne (şimdiki adıyla Dicle’ye) ulaşır.

Piran’da iken hükümetin İslâm dinine aykırı hareketlerinden bâhisle sarsıcı bir konuşma yapar. Sonra Piran’da yapılan bir düğünde kanun kaçaklarını yakalama bahanesiyle bölge örfünü çiğneyerek zor kullanan Türk zabitlerine kitlesel bir tepki gösterilir. Ve sonunda bölgede kıyam başlar ve Şeyh Said kendini kıyam içinde bulur ve zorunlu olarak kıyamın liderliğini üstlenir…”

bahadirkurbanoglu.jpeg

Şeyh Said hareketinin başlangıç süreci, sonuçları ve taşınan niyetler, Said’in döneminde yüklendiği misyon ve onun bize bıraktığı miras konusuyla ilgili ikinci değerlendirmeyi Bahadır KURBANOĞLU gerçekleştirdi ve özetle şu ifadelerde bulundu:

“En başta ifade etmek gerekir ki; kurulmak istenen ulus devletin hakiki tahkimi Şeyh Said olaylarının sonrasında ortaya konan icraatlarla gerçekleştirilmiştir. Ancak bu durum, hadiselerin yol açtığı istenmeyen bir zemin değil, aksine ‘kurdun kuzuyu yeme’ niyetinin bir vesilesi olarak görülmelidir.

Nitekim hadiseleri ‘inzibat vakıaları’ olarak gören devrin Başbakan’ı Fethi Bey Hükümeti’nin devrilip yerine ‘Bu isyan âmdır, şâmildir, ve müretteptir. Yani bütün şark vilayetlerinin ileri gelen halkı hep biraraya toplanmış, müzakere etmiş, bu isyana karar vermiş, öylece meydana getirmişlerdir. Binaenaleyh beni iktidara getirirseniz, ben, İstiklal Mahkemeleriyle, Divân-ı Harbi Örfileri kurar, asar, keser, sürerim’ diyen İsmet İnönü başbakan olmuştur.

Hemen sonra İkinci İstiklal Mahkemeleri kurulmuş; Hıyanet-i Vataniye Kanununun birinci maddesi değiştirilip ilk defa ‘irtica’ kavramının geçtiği bir kanun hazırlanıp tüm İslami sosyoloji hedef alınmış; Takrir-i Sükun Kanunu’yla Terakki Cumhuriyet Fırkası yetkilileri ve içinde farklı kimliklerden etkili şahsiyetlerin yer aldığı muhalif İstanbul basını susturulup bu mahkemelerin kurbanları haline getirilmiştir.

Hatta bilahare Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı komutanları olan İttihatçı silah arkadaşlarının bu ortam vesilesiyle yargılanıp idam edilmeleri (bazılarının kıl payı kurtulmaları)çok öncesinde hedeflenen inkılapların önünün açılması kolaylaştırmıştır. ‘Şark Islahat Planı’ denen ve kimliği İslam’la malul Kürt sorununun inşasına adım atılması ve ‘felsefemizde din sözcüğünün karşılığı ulusalcılıktır’ diyen Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi ‘Kansız inkılap olmaz; kanla yapılan inkılaplar daha muhkem olur’ sözlerinde de açıklığını bulan yepyeni bir rejim ve devlet kurulumu için fırsat yakalanmıştır.

Sebepler zincirine makro düzlemde baktığımızda Ankara’nın hem bölgeye, hem müslüman Kürt sosyolojiye ilişkin niyetleri vâkidir. Bunlara ilişkin konuşmalar gizli-açık Mecliste’de yapılmaktadır. Bunların başında da Kürt nüfusu Batı Anadolu’ya nakletmek, yerlerine Balkanlar ve Kafkas’lardan göçmenleri yerleştirmek vardır. (Ki hadiseler sonrası bu politikanın uygulamalarına şahit olunmuştur.)

Halifeliğin kaldırılmış olması;

Mahkemelerde ve okullarda dilin Türkçe ile sınırlandırılması;

Tekke ve Medreselerin kapatılması;

Yerel yöneticilerin Kürt nüfus aleyhine dağılım göstermesi,

Cibranlı Halit Bey gibi Hamidiye Alayları komutanlarından ve bölgede çok ciddi ağırlığı olan şahsiyetlerin tutuklanması (bilahare idam edilmesi)gibi pek çok İslam’la ve bölge ile alakalı gelişme bölgenin ileri gelenleri arasında ciddi rahatsızlıklar uyandırmıştır.

Şeyh ve arkadaşlarının da bölge ileri gelenleriyle zaman zaman bu konuları istişareye açtıkları, hükümeti uyarmak için girişimlerde bulunmayı hedefledikleri ve hatta Said-i Kürdi’nin de yani Said Nursi’nin de aktardığı üzere, olaylardan dokuz ay evvel Gulabizadelerin köşkünde durum tespiti ve alınabilecek önlemler konusunda görüştükleri de vâkidir.

Ancak Ankara, kıyamı dış dünyaya ‘irticai’ ama iç kamuoyuna ‘devlet kurma amacıyla Kürtçü’ olarak lanse etme siyasetini sahaya sürmüştür.

Şeyh’in en gerçekçi sözlerinden biri ise mahkemeler esnasında zikrettiği ‘Hükümet zabt-ı rapt falan eylemedik, ahali yek diğerine zulmetmesin dedik’ sözleridir.

Maalesef ki olaylar, ideolojik yaklaşım sahiplerinin anakronizmine kurban verilirken, Kemalist anlatı ister istemez birincil kaynak olarak ele alınmak durumunda olmuştur. Bunların başında da Şeyh ve arkadaşlarından galiz ifadelerle bahseden; ona mektup ve fetvânameler atfeden; pekçok kurgusal bilgiyi içinde barındıran; kronolojiyi çarpıtan; Cemal Gürses gibi darbecilerin övgüsüne mazhar olmuş M.Şerif Fırat’ın ‘Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ adlı kitabı gelmektedir.

‘Şey Said Bir Dönemin Siyasi Anatomisi’ başlıklı çalışmamızda da öncelediğimiz hususların başında, hem ulusalcıların hem de İslamcıların Kemalist kaynaklardan istifadeyle ortaya koydukları bazı tespitlerin doğruluğu ve yanlışlığının çözümlenmesi gelmekteydi.

Kemalist anlatının hem Kürt ulusalcısı, hem de İslamcı söylemlere sirayet ettiğinin ilk göstergesi Şeyh Said’in Piran’dan önceki faaliyetlerinin kronolojisinin her iki kesim tarafından sahiplenilmesi gelmekteydi.

İslami kesim için Kemalist anlatıda bir sorun aramaya hacet yoktu. Şeyh, zaten olması gereken İslami bir kıyamın örgütleyicisi/teşkilatlandırıcısı konumuna yükseltiliyor, böylece yüceltilmiş oluyor, zalim ve despot, İslam düşmanı bir rejime karşı tarihsel misyonunu yerine getiriyordu. Başarısızlığı ise Piran vâkası oluşturuyor, bir provokasyonla hazırlıksız yakalanıyor ama kaldığı yerden yoluna devam ediyordu.

Sanki Kemalist rejimin İslam’a ve bölgeye yönelik planları yokmuş ve bu planlar harekete geçirilmemiş gibi -dış güçlerin de oyunuyla- yerinde durmayan, kendi sınıfsal, bölgesel ve kişisel menfaatlerinin zarar göreceğini anlayan insanlar, ülkenin en büyük hükümet muhalifi siyasi organizasyonuyla (TCF) da ilişkiye geçerek, ‘irticai’ bir ‘karşı ihtilal‘e girişmek amacıyla yıllar öncesinden planlar yapmaya başladıkları iddia ediliyordu. Rejimin günah galerisini örtmek; TCF ve basını da işin içine katarak ülke sathında muhalefeti sindirmek amacıyla, olayların başından itibaren hadiseleri ‘musemmem ve müretteb’ olarak tanımlayan ve mahkemelerde de bunu ispata çalışan bir hükümet politikası vardı.

Öte yandan Şeyh’in cephesinde ise ne lojistik, ne mektuplar, ne de fetvalar yoluyla bir hareket içerisinde olmayan; ancak gelişen süreci doğru okuyarak ne gibi tedbirler alınacağını istişari ortamlarda dile getiren, tasavvurunda varolan düşünceleri hayata geçirme noktasında pek çok hesap yapan bir kişilik vardı. Ki, kıyamda rol alan pek çok şeyh ve Cibranlı Halit de dahil olmak üzere, bir temkinlilik ve endişe hali dışında bir icraatın içinde değildiler; çünkü böyle bir güçleri de yoktu. Aslında Piran’dan sonraki hadiseleri hazırlıksızlıkla suçlayanlar da bu noktada yanılmaktadırlar. Hazırlıksızlık, bir beceriksizlik ya da gecikmişlik hali değil, verili sosyo-politik durumun tasviridir.

Kıyam, Piran’dan sonraki hadiselerin adıdır! Nitekim Şeyh Said de önce gelişen hadiselerin büyümesini engellemeye çalışmış, ancak gücünün yetmediği noktada da tıpkı Hz. Peygamber gibi zırhını giyerek, halkın menfaatleri, hukuksuzlukların engellenmesi ve gönderilecek orduların mezalimini önleme adına öne atılmıştır.

Şeyh’in adeta en temelde Hilafet meselesi için ayaklandığı hususu da yine Kemalist metinlerin ve propagandaların etkisiyle ortaya atılmış iddialardır. Bunda bir ölçüde, bugünkü bakış açılarını tarihe onaylatmak isteyenlerin de rolü vardır.

Şeyh Said muhalefet için zekice adımlar atarken zorunlulukların dayattığı gelişmeler zincirinde bir halka olmaktan, hatta halkaların başına geçmekten sarfinazar etmemiştir.

Bizler Şeyh Said vakasını kendi doğal akışı ve gerçekliği içerisinde incelemek durumundayız. Amaç doğa-üstü karakterler yaratmak değil, zaaflarıyla, olumluluklarıyla, bir süreci tahlil edebilmektir. Ve meseleye sadece Şeyh Said’in bireysel kişiliği bağlamında bakarak koskoca bir tarihsel dönemi daraltmak değil, aksine daha geniş perspektiflerden bu süreçten öncesi ve sonrasını sosyo-politik düzlemlerde doğru okuyarak, bugüne ilişkin tecrübelerimizi ve ufkumuzu genişletebilmektir.

Hadiseleri kendi öznelliğinde, yani İslami bir misyonun tarihsel olarak yerine getirilmesi bağlamında bile değerlendirdiğimizde romantizmin rüzgârlarıyla veyahut kendi güncel ideallerimizi Şeyh’e onaylatma dolayımında olmamalıyız.

Suriye’de, Filistin’de ihtiyacımız olduğu gibi; bölgemizde bugün olan bitenleri anlamlandırmak ve sürdürülebilir kalıcı çözümler üretmek de tarihin bize yüklediği kimliksel ruh ve bu ruhun yarattığı direniş bilinci kadar, aynı zamanda akılcı çabalar, uygulanabilir makro planlar, çözüme mebni gerçekçi birliktelikler ile mümkündür.

Tarih, bizi sünnetullaha uygun çözüm reçetelerine ve adil şahitliklere iten olgular dizgisi olarak görülmelidir. Tıpkı, kimlik denen olgunun da -Kitab-ı Mübinin ve onu ferasetle yorumlayan ‘Menar’ müelliflerinin vurguladığı gibi- ‘Adaleti ikame edin’ ve ‘Adaleti (Adil Şahitliği) kimlik edinin’ uyarılarının genişliğinde bir çerçeveye sahip olması gerektiği gibi.”

kazimsaglam.jpeg

Şeyh Said hareketine farklı ideolojik yaklaşımlar ve zamanında bu kıyama nasıl yaklaşıldığı  konusuyla ilgili üçüncü değerlendirmeyi Kazım SAĞLAM gerçekleştirdi ve özetle şu ifadelerde bulundu:

“Şeyh Said Kıyamı hakkında sağlıklı bir değerlendirmede bulunabilmek olayın hangi şartlar altında ve hangi zorlamalarla meydana geldiğini kavrayabilmek için biraz gerilere gitmek, bazı atıflarda bulunmak lazım gelir.

Sultan II. Abdülhamid, doğuda Ermenileri dengelemek ve oradaki halkı devlete bağlamak adına ihdas ettiği Kürt Hamidiye alayları Kürtlere bir imtiyaz sağladı. Çocukları iyi okullarda okudular, devletin ve askeriyenin değişik kademelerinde yer aldılar. Ancak Batıya giden okumuş çocuklar milliyetçi fikirlerle ülkeye döndüler ve Kürtçülük hareketlerinin temellerini attılar demek mümkündür; ama azınlıktılar.

Osmanlı, değişen dünyaya cevap veremedi. Hem teknik hem dini açıdan içine kapandı. Gerek veliaht sisteminin açmazları, gerek iç baskı, gerekse dış dünyadaki teknik gelişme karşısında acze düştü. Peş peşe yenilgiler geldi; bu durum ‘hasta adam nasıl tedavi edilir’ sorusunu gündeme getirdi. Genellikle çözüm, değişik biçimlerde Batılılaşmada görüldü.

Batıyla temas hayranlığa dönüştü, Tanzimat, Jön Türkler, İttihat ve Terakki… Bir yığın teşebbüsler… Neticede aydınlar suçlu olarak İslâm’ı buldular. (İslâmcıları, Müslümanları suçlu saydılar) Ezilmişliğin, geri kalmışlığın, cephede yenilginin faturası İslâm’a çıkarıldı.

Adına kurtuluş dedikleri savaş bu ahval içerisinde başladı. M. Kemal uluslararası siyasi konjonktürü iyi yakaladı ve dünya sisteminin istediği bir yol ve yöntem izledi. İzlediği için de destek gördü. Nihayet yeni cumhuriyet kuruldu.

Mustafa Kemal kendisini sağlama almak, muhalefeti susturmak ve yeni rejimi oturtmak için baskı yapmaya muhtaçtı. Mustafa Kemal, askeri yapıyı politikadan ayırmak ister ve Fevzi Paşa’yla anlaşır. Zaten yaptığı tüm devrimlerde Fevzi Paşa’nın onayını alır öyle uygulardı. Paşa vekilliği bırakıp ordunun başına geçer. Karabekir ve ekibi de ‘yeni devletin temeli atılıyor, işi tepeden hallederiz, meclis kanun yeridir’ diye, askeriyeden ayrılıp Meclis’te kalırlar. Böylece Kemal, Fevzi Paşa vasıtasıyla askeriyeyi de arkasına alır ve daha bir rahatlar.

Ortalık karışmaya başlayınca uluslararası emperyalistler devreye girer. Sevr ve Mondros Mütarekeleriyle Kürt bağımsızlığı gündeme getirilir. Seyyid Abdülkadir’in Kürt Teali Cemiyeti’ne katılan zevatın bir kısmının kıyam sürecine katıldığını da – Cibranlı Halit, Yusuf Ziya gibi – belirtmek yerinde olur.

Peşpeşe yapılan devrimler düşünen Müslümanları tedirgin eder. Bu tedirginlik çare aramaya dönüşür. Genelde üç temayül belirlenir.

1. Parti Temayülü: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) yukarıda da değinildiği gibi mücadeleyi meclis çatısında yapmaya karar verir. Ama M. Kemal bunu hazmedemez. Neticede TCF da İstiklal Mahkemesi’nden payına düşeni alır ve kapatılır.

2. Said-i Nursi Temayülü: O, hareketi erken bulmuştur. Ona göre hazırlık tamam değildi, ayrıca Kürt ağalarına güven de olmazdı. Hem Türk ile İslâm et ve tırnak gibi idiler. Türk’e kılıç çekilmezdi. Tarih boyu nice komutanlar ve evliyalar yetiştirmiş bir milletti… Bunları Eşref Edip kaydeder.

Said-i Nursi, Meclis’in açılışında dua etmiş, meclise siz  ‘ehlü’l hal ve’lakt’siniz saltanatı yıktınız, hilafet sizin hakkınızdır.’ demişti. Meclis’i İslâm’daki şuraya benzetti. Namaz kılmayanlara karşı neşrettiği risalesinden sonra M. Kemal’le arası bozuldu. Daha sonra Kemal’i Deccal ilan etti.

Nursi, Allah’ın varlığını ispat ve kelam ilminin teferruatıyla uğraşmayı ön plana çıkarır. Onun açtığı çığır, daha sonra 1950’lilerde DP, 1970’lerde MSP, 1980’lerde Özal ile yürüdü.  Daha sonra ne olacağını Allah bilir.

Kendisi işkence ve zulmün her türlüsüne maruz kalmıştı; ama kıyam etme gibi fikre sahip olduğu söylenemez. Ömrü tebliğ niyetiyle geçmiştir. Şifahi olarak ‘ben biraderi azamımın (Şeyh Said’i kast ediyor) intikamını almışım, alıyorum’ demişse de bunun tarih açısından bir değeri yoktur.

3.Kıyam Temayülü: Bunu Şeyh Said temsil eder ve Şeyh’e yöneltilen eleştiriler iki ana başlıkta toplanır.

a) Laik-Kemalist-Türkçü kanadın tenkidi.

Bu aynı zamanda resmi görüştür. Bu görüşe göre Şeyh Said İngiliz kışkırtmasıyla ayağa kalkmıştı. Musul-Kerkük pazarlık konusuyken bu hareket emperyalist İngilizlerin işine gelirdi.

Oysa T.C., İngilizlere problem olacak hiçbir tavır takınmıyordu. T.C. zaten İngiliz idaresini memlekete taşımıştı. Batı adına devlet ricali hareket ediyor, hoşlarına giden şeyler yapıyordu.

b) İslâmcıların tenkitleri:

‘Şeyh yeteri kadar istişare etmedi, yeteri kadar kadrosu yoktu, zaten ilmi ve organize yeteneği de buna müsait değildi.’ dendi. İlminin yetersizliği doğru değildir. İstişare de etmiştir.

Bugün neticesi yenilgiyle sonuçlanmış bir hareketle karşı karşıyayız. Herkes her türlü ithamda bulunabilir. Ayrıca Şeyh Said’in kıyam geleneği inkıtaya uğramış arkası gelmemiştir. Kim ne derse desin Şeyh Said Allah için kıyam etmiş bir muvahhiddi. Kısıtlı imkânlarla kıyam etmesini hatalı bulanlar, İslâm’ın, tarih boyunca küfre karşı verdiği bütün mücadeleleri aynı imkansızlıklarla başlattıklarını unutmasınlar.

Kıyam sırasında yeni rejime öfkeli eğitimsiz bazı guruplar, haddi aşan davranışlarda bulunmuşlar; Elazığ’da olduğu gibi yapılan tüm tembihlere rağmen ganimet için yağma taşkınlığına kalkışmışlardır. Yağma işine karşı çıkan eşrafın tepkisi bazı aşiretlere de sirayet edince hareket kitle desteğini kaybetmeye başlamıştır.

Hareketin merkezinde Zaza’lar daha ağırlıktaydı. Şifahi anlatıma Bahadır pek itibar etmiyor ama babaannemden benim dinlediğim mesela Mehmet Ali Köyü’nde kıyam bittikten sonra adamları öldürmüşler, 7-8 kişi. Korkudan kimse gidip çeşme başından cesetleri kaldıramamış, orada bir hafta kalmış. Bir grup insan kaçtıktan sonra Bingöl’e bağlı bir köy var, Zazaca ‘Yakılmış Köy’, oraya kaçmışlar. Kırk kişi kadar insan bir buğday tarlasının içerisinde saklanmış, buğdayı ateşe vermişler. Orada ölenler, yani dumandan ve yanarak ölenler olmuş, kalanları da kurşuna dizmişler. Bunun gibi onlarca, yüzlerce hikayeler var.

Kıyam Elazığ’da önce başarıya ulaşmış ama daha sonra orada maalesef insanlar yağmalamaya başlamışlar. Burada kimin parmağı var kimin yok onu da bilmiyorum ama o yağmadan sonra Elazığ’daki Tunceli tarafında eşraf ve bir de Alevilerin örgütlenmesiyle bazı gruplar ilk defa Şeyh’e karşı çıkmışlar.

Aslında Şeyh Said olayı bittikten sonra zulüm hakikaten çok ayyuka çıkmış. Suçlu suçsuz insanları öldürmüşler. Bir de şunu söyleyeyim, resmi rakamların bize bildirdiği 20 bin civarında insanın kıyam anında öldürüldüğü, bu rakamın çok daha fazla olduğu da söz konusu; çünkü kayıt net tutulmamış. Bunların büyük bir kısmı da kıyam anında askerler tarafından öldürülmüşler. Yani mahkeme falan yok. Mahkemeye de çıkarmadan kıyam anında öldürüyorlar. Büyük bir zulüm başlamış. Daha sonra da Şark Islahat Planı var. Onun da aslında üzerinde durmamız lazım. Bu olaydan sonra Doğu’dan büyük aileleri bilhassa Şeyh Said’in sülalesinden olan aileleri Batı illerine zorla göç ettirmişler ve onların yerine başka yerlerden bilhassa Balkanlardan getirilen insanları yerleştirmişler. Rejim, Şeyh Said’in İngilizlerle irtibatı üzerinde ısrarla durmuş ama Meclis’teki ifadelerde öyle bir şey yok. Bahadır’ın da dediği gibi tarih sonradan yazılıyor.”

Hamza Türkmen: “Kurmanc-Zaza-Arap-Oğuz meselesinden öte Şeyh Said’in tavrı önemli. Hükümet’in dayandığı Teşkilat-ı Esasi’de ‘Devletin dini İslamdır’ maddesi ikinci madde. Rahmetli Said, sadece İslamî ve insanî olarak itiraz etmiyor; yaptığı aynı zamanda anayasal veya hukuki bir itiraz. Çünkü Anayasa’da belirtilen İslam, bertaraf ediliyor. Direnişin nasıl başladığını Fahrettin Hocam da Bahadır da ifade etti. Yani olaylar planla değil, gelişimi içinde şekilleniyor. Öyle başından beri stratejik, merhaleci bir mücadelenin devamı değil. Ama anın fıkhı uygulanıyor. Elazığ’da Türkmen, Oğuz boyundan da insanlar bu kıyama katılıyor. Konya’dan bu kıyama katılmak için üçyüz atlı nefer geliyor, çoğu şehid oluyor. Hasan Hüseyin Ceylan’ın Cumhuriyetle ilgili üç ciltlik kitabı var.  Konya’da bu olayla irtibatlı olarak 5 bin insanın İstiklal Mahkemeleri’nde idama mahkum olduğu ifade ediliyor. “Şeyh Said Kıyamı” adlı kitabında Mustafa İslamoğlu -ki şimdilerde o geçmiş çalışmalarını inkar ediyor- bu sayıyı 3 bine indirmiş. Selahaddin Eş abinin bölge komutanıyla gençliğinde konuşması var. ‘Oğlum’ demiş ‘sen 3 bin de, ben 5 bin, öbürü 50 bin desin. O zaman asker kâyıt tutmak için yazı bilmiyordu ki…’

Bir de Şeyh Said Medine’de Hadis icazeti almış birisi. Yani Bilad-ı Rum’da, Ön Anasya’da bin yıllık tarih sürecinde tasavvufi tarikat çeşitliliği içinde en İslam’a uygun, şer’in eğitim gören form Nakşi tekkeleridir. Tabii ki onun da eksikleri ve yanlışlar vardır. Ama Şeyh Said, ilmi olarak ıslah çabaları içinde bulunmuş önemli şahsiyetlerden birisidir. Bu boyutu çok incelenmemiş. Bu boyutuyla ‘Sırat-ı Müstakim’ ve ‘Sebilürreşad’ mecmualarının devamlı takipçisidir. Bu husus hayatidir. Ve tarikat talebelerini, İslami ilimlerde icazet sahibi olmaya yöneltmiş, kendisi de iki üç tane medrese kurmuş, medreseden icazet alan insanlarla faaliyetini örgütlemeye çalışmıştır.”

seyhsaid4.jpeg

Sunumların peşinden 8 müzakereci söz alacaktı. Ancak Ahmet AĞIRAKÇA yoğun bakıma kaldırılan hastası ve Abdurrahman ARSLAN da rahatsızlığı dolayısıyla katılamayacaklarını bildirdiler. Diğer müzakereciler Abdullatif Genç, Musa Uzer, Şemseddin Özdemir, Murat Ayar, Vahdettin İnce ve Adnan İnanç idi.

abdullatifgenc.jpeg

İlk müzakere edilen sunum Fahrettin Gün’ün tebliği oldu. İlk sözü alan müzakereci Abdullatif GENÇ şunları söyledi:

“Gözönünde bulundurmamız gereken konu Lozan Konferansı’nın birinci dönemidir. Arkasından BMM’ndeki tartışmalar başlıyor ve bu Meclis’teki tartışmalarda Lozan görüşmelerine ciddi bir muhalefet geliştiren Ali Şükür Bey şehit ediliyor. Cibranlı Halit siyaseti iyi bilen, Ankara’daki siyaseti ciddi şekilde takip ve tahlil eden iyi bir Osmanlı münevveri. Osmanlı mekteplerinde yetişmiş, aşiret okulları ile başlayan hayatı en son harp akademisini tamamladıktan sonra onu Filistin’de göreve getirmiş. Ardında da Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle doğuda bizatihi mensubu bulunduğu Cibran aşiretine bağlı alaylarla Rus istilasına karşı ciddi mukavemetler göstermiş ve ciddi cephe başarıları elde etmiş bir komutan. Fakat daha sonra Cumhuriyeti kuran kadrolarla ters düştüğü için önü kesilmiş, Ankara’daki toplantılara herhangi bir şekilde davet edilmemiş ve Şeyh ile de düzenli bir fikri alışverişi var. Yani aslında Şeyh Said olan bitene yabancı değil. Sizin buyurduğunuz gibi olan biteni ‘Sebilürreşad’tan takip ettiği gibi, ayrı şekilde de Cibranlı Halit Bey gibi Osmanlı münevverileriyle de sürekli istişare halinde olan, onlarla bu meseleleri tahlil eden ve aslında o üç aylık süre içerisindeki gezilerinde de önüne gelen isimlerle her fırsatta bu meseleleri değerlendiren bir çevresi var. Cibranlı Halit Bey, ta Nisan 1923 tarihinde yazdığı mektuplardan bir tanesinde Binbaşı Kasım’a hitaben diyor ki: ‘Türk mefkûresi muhaldir. Yani bunu bizim kabul etmemiz mümkün değil. Zaten bunların da, bu mefkûreyle de alakaları yoktur. Bunların tek bir amacı var, dini bu toplumun hayatından silip temizlemek.’

Günümüzde en yaygın hatalardan bir tanesi tarihin övgü ya da sövgü malzemesi olarak kullanılmasıdır. Vakıa tespiti önemli. Ciddi araştırmalara ihtiyaç var. Cibranlı Halit Bey gibi bir değerin yargılandığı mahkemenin kayıtlarından bir tek cümlelik bir belge bile yok. Sadece onun yazdığı mektuplar var. Bence, bu mücadeleyi gündemde tutmalıyız. Sunum yapan abilerimizin kitaplarından dolayı Allah razı olsun. Şeyhin kendi amcası da kıyamda yer almıştı. O, benim bildiğim kıyamdan evvel Van’da Şeyh Said’in takipçileriyle bir nevi kongre yapıyor….”

musauzer.jpeg

Fahrettin Gün’ün sunumunu müzakere eden Musa ÜZER ise, Kemalist inkılaplara karşı Şeyh Said’in bazı bölge şeyhleri ve kanaat önderleriyle kıyam öncesi kongre mahiyetinde toplantı yaptığı Erzurum Tekman doğumlu olarak şunları söyledi:

Şeyh Said Hareketinde dikkat çeken ilk konu, arkasında toplanan müritlerininve bağlılarının çok fazla olduğudur. Çocukluğumdan itibaren Şeyh Said, Cibranlı Halil gibi isimleri hep duyuyordum. Ben büyürken zihnimde Şeyh Said’i bütün Müslümanlar sahipleniyor, bu olayın arkasında, bu olayı önemsiyorlar diye canlandırıyordum. Fakat ilk gençlik yıllarımdan itibaren şoke olmuştum. Yani çok sınırlı sayıda Müslüman, sınırlı sayıda insan Şeyh Said olayını biliyor, arkasından iyi şeyler ifade ediyordu. Daha sonra Dersim hadisesini öğrendik, Seyyid Rıza hareketini öğrendik. Şimdi kıyas yapıyoruz. Sol, sosyalist kesimlerin Seyit Rıza ve Dersim olayıyla ilgisine bakın. İletişim Yayınları’na gidin. Sadece Dersim olayıyla ilgili onu aşkın kitap bulursunuz. Neticede Seyyid Rıza da siyasi olarak aynı durumda. Ama savunulur; hakkında onlarca edebiyat eseri vardır. Bize döndüğümüz de Müslümanların Şeyh Said hakkında sahiplenme noktasında ciddi bir ilgisizliği ve eksiklikleri vardır. Fahrettin Hocama özellikle bunun sebebini sormak istiyorum.

Yani biz bugünden yola çıkarak modern bir zihinle işte ‘Teknik şartlara uymayan bir kıyam hareketi. Ya bu nasıl bir örgütlülük? Bu nasıl bir organizasyon?’ diyerek ‘Bu beceriksizlik; böyle kıyam mı olur?’ denilerek aslında bu hareket çok da istenen bir şey değilmiş yaklaşımına çıkan yorumlarla ele alınıyor.Bu yaklaşımlar doğru değil. Ya da mahkeme ifadelerinden yola çıkarak, oradaki avukatı ve temyizi olmayan Türkçü zihniyetle tutulmuş bazı kekeme ve kekremsi mahkeme ifadelerinden yola çıkarak, değerlendirmelere varılıyor. Bazı atraksiyonlar dışında Şeyh Said Kıyamı’yla ilgili müzakere ve tartışmalarımızla ilgili adeta hiçbir şey yok.

Sözü ahenkli söyleme anlamında Kürtlerin en önemli dengbej’i Şakiro’dur. Babamın yakın arkadaşları söylerdi, onu Kürtçe anlamıyorum ama Şeyh Said Kıyamı’nı anlatan parçası var. Meşhurdur. Kürtçe bilmeyenler bile Youtube’dan altyazıyla dinleyebilirler. Sadece o parçalara bakmak bile yeterlidir. 90’lardaÖcalan dahil Kürtçü hareket Şeyh Said Kıyamını gerici ve feodal bir ayaklanma olarak tanımladı. Kürtçüler onu hiçbir zaman sahiplenmiyorlardı. Biz lisedeyken, PKK’lılarla en önemli kavgalarımızdan birisi oydu. Elhamdülillah. Ama 90’ların ikinci yarısından sonra, tabiri caizse, Şeyh Said’i de Kürtçü tarihsel kişiler içine dahil etmeyi becerdiler. Müslümanların ilgisi ise gittikçe zayıfladı. Gerek Müslümanların ilgisizliği, bilgisizliği; gerek Şeyh Said algısındaki değişmeler üzerinde durulması lazım.”

hamzaturkmen2.jpeg

Hamza Türkmen: “Şeyh’i harekete sevkeden nedenler üzerinde durmak, vakıayı mevsuk hale getirmek konusunda maalesef ki uzun bir dönem eziklik içindeki Müslümanların kafaları eğik yaşadı. Ancak 70’li yılların ortalarında büyük kısmı üniversite öğrencisi Müslümanlar, elini ve başını kaldıran  bir uyanış süreci içinde olabildiler. Tevhidi uyanış süreci. Ayrıca kamuoyunda Şeyh Said’in İslami mücadelesi hakkında ilk defa “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını 1969’da yayınlayan Necip Fazıl bahsetti. Daha sonra 1990’da Sadık Albayrak…

Milli mücadelede Teşkilat-ı Esasi yürürlüktedir ve “Sebilürreşad” İslami bir kurala dayanır: İslam toprağını savunmak. Hilafeti kurtarmak için de Anadolu’ya taşınmıştır. Değişik faaliyetler gösterir. Aşağı yukarı nizami ordu büyük ölçüde Sebilürreşad‘ın yayını sayesinde gönüllülük esasını öne çıkarmasıyla toplanır. Ama Lozan Anlaşması arası Meclis’te yapılan tartışmalar ve Ali Şükrü’nün öldürülmesi büyük travmalar oluşturur. Olayın arka planı vesika bazlı ne kadar canlandırılabildi? Birçok konu meçhul hala. Fakat o meçhul boyuttan Sebilurreşad ekibi Mehmet Akif, Eşref Edip tası tarağı toplayıp İstanbul’a giderler. Bir ay yayın yapmıyorlar. 16 Mayıs 1923’ten sonra her hafta yayın yapan Sebilurreşad‘ın sayılarına bakarsak, her sayısında muhtemel yapılacak inkılapları eleştiren, toplumdaki ifsadı eleştiren, batıcı güruhun yaşam tarzını eleştiren her sayıda çok çarpıcı yazı ve haberler yer alır. Bir nevi yeni kurulan Batıcı rejime kamuoyunda ilk muhalefeti İstanbul’dan “Sebilurreşad” başlatır.

Bir konu daha var. Lozan anlaşma süreci arasında 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir İktisat Kongresi yapılıyor. Mustafa Kemal’in Kongre’nin Açış Konuşması’nda yaptığı ve vurguladığı en önemli konu, bunu Afet İnan’ın konuyla ilgili kitabından ve Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” kitabından aktarıyorum. Orada yaptığı konuşmadaki vurgular, kapanış bildirgesinde de yer alıyor. Diyor ki: “Bir, Osmanlı’dan devralman kanunları kaldıracağız. Yani tüm şeri kanunları da fesh edeceğiz. İki, Bolşevikliğe asla izin vermeyeceğiz. Üç,  yabancı sermayeye hürmetkâr olacağız.” Yani Türkiye’yi açıkça kapitalist yolla kalkındıracağız, diyor. Hani sosyalistler bu kahramanlarına “anti-emperyalist” falan diyorlar ya, oysa adam kapitalizmin yolunu ilan ediyor. Şeyh Said, günlük İstanbul matbuatından bu süreci de takip ediyor, Sebilurreşad‘ın muhalefet çırpınışlarını da takip ediyor.”

grupyuruyus.jpeg
Şeyh Said’in şehadetinin 100. Yıl dönümü nedeniyle yapılan ve yoğun konuşmaların dikkatle izlendiği ve müzakere edilmeye başlandığı salonda Grup Yürüyüş solisti ve bestecisi Mehmet Ali Aslan, Grup Kıyam üyeleri ile beraber “Kahır” ve “Adınla Büyü Bebeğim” ezgilerini dillendirdiler. Fikri müzakere faslına gelindiğinde ama idraklerin yorulduğu bir süreçte ortak duygulara hitabeden “Kahır” ve “Adınla Büyü Bebeğim” ezgileri ilgiyle ve alkışlarla karşılandı.

mehmetaliaslan.jpeg

Mehmet Ali Aslan: “Şeyh Said, gerçekten tarihin artık yeniden yazılarak, kurgulanarak bize aktarıldığı ve Said’i aynı anda ele alıp bestelediğimiz bir eser vardı. ‘Adınla Büyü Bebeğim’. ”tamamen kendi tarihimizin, kendi hafızamızın yok edilmek istendiği bir vasatta kendi değerlerimizin, kendi mücadelemizin tarihimizi anlamaya yönelik çalışmalar gerçekten önemli. Bu anlamda kıymetli abilerimize teşekkür etmek istiyorum. Allah razı olsun. Bizlerin ezgi çalışmaları da çok az. Musa abi bahsetti belki ama, böyle bir iki eserle kendi değerlerimize tarihimize sahip çıkmaya çalışıyoruz. Bu anlamda bir hafıza sahasının önünde olduğumuzu düşünüyoruz. Seslendirdiğimiz Kardeşlik Çağrısı’ndan bir eserdi. Bizim de yaptığımız hem İskilip Atıf Hoca hem Şeyh

semsettinozdemir.jpeg

Bahadır Kurbanoğlu’nun sunumunu Şemsettin ÖZDEMİR değerlendirirken ayrıca Kazım Sağlam gibi önemsenmesi gereken arka plana bir kez daha dikkat çekti:

“Esas itibariyle cumhuriyetin daha ilk başlangıcında aykırı görülen işler, Osmanlı’nın son 200 yılından beri yapılan yanlış tercihlerin bir neticesidir. Osmanlı zaten sünnetullah gereği, yöneticileriyle, entelektüelleriyle verdiği yanış kararların acısını yaşadı.   Neticede Osmanlı sistemi çöktü. İki yüz yıldır Osmanlı entelektüellerinin ve sarayın büyük çoğunlukla Batı’ya öykünmesiyle başlayan bir felaketin sonucu itibariyle Anadolu’daki yeni radikal kuruluş ister istemez kendi halkıyla kavga etmek mecburiyetine kurgulandı.

Biz zamanın kıssalarını okurken bugüne ders çıkartmalıyız. İnsanlar bir sabah uyanıyor ki İslam yasak, Ezan yasak, Kur’an yasak. Bu aslında çılgınlık. Ama neticede buna giden bir süreç vardı. Türkiye için, Osmanlı için. Tabi ki şok yaşayan insanlar tepki usulleri hakkında tartıştılar. Birileri daha erken davrandı birileri daha tedbirli. Ama bu Batıcı sistemi sağlamlaştırmak için baştakiler farklı tezgahlar kurdular,  bir sürü insanın canına kıydılar.

Geçenlerde geberip giden ABD’li Kissinger’in çok önemli bir savaş stratejisi vardı. Dedi ki, bundan sonra “İslam, İslamla savaşacak.” CIA Başkanı “4. Dünya Savaşı” dedi; “Haçlı Seferi” dediler.

Şeyh Said ‘in mirası bugün daha gelişmiş olarak yaşıyor, yaşanacak; ve bir hayat yönetmek iddiasında Müslümanlar var. Fakat biz hala mezhep kavgalarını, etnik kavgaları, cemaat kavga ve çatışmaları aşamadık. Gücümüzün yarısı bu işlere gidiyor. Bu kıssa bize ders olmadı.

Şimdi önümüzde “terörsüz, yeni bir dönem” imkânı var. O bakımdan biz bu dönemi, bu yaralara arkada bırakarak geldiğimiz bu dönemi yeni bir dil, yeni bir üslup, daha sabırlı, ayağı yere basan, tahammülü kuşanan, yanlış yapanın hemen tepesine vurmayan bir yol tutturmalıyız. Türkiye’de adı Kürt sorunu denilen şeyden çok ciddi insan kaybettik. İnşallah bu süreci şuurlu Müslümanlar, daha akıllı ve barışla tamamlayabilirler. Çünkü bu zaman ülkenin yeni barışlara ihtiyacı var. Biz kavga edersek İsrail’e ve Amerika’ya gerek kalmaz.”

muratayar.jpeg

Murat AYAR ise Bahadır Kurbanoğlu’nun sunumunu değerlendiren ikinci müzakereciydi ve şunları belirtti:

“Bahadır Ağabey’in kıyamın seyri, sonuçları, misyonu ve mirası başlıklı metni tarih yazımına dair önemli bir metodolojik düzeltme çağrısı içermekte. Metin, Şeyh Said kıyamının hem olaylar ülkesi olarak hem de bu olayların etrafında şekillenen ideolojik ve tarihsel anlatılar bağlamında yeniden ele almayı teklif etmektedir. Bu bağlamda aslında kıyam var evet, bu kıyam ne zaman başladı? Sunumda, kıyam Piran’dan sonraki hadiselerin Şeyh Said’nin olaylar karşısında gelişen bir tutum aldığını ve önceden kurgulanmış bir kıyam olmadığının altını çiziyor. Öncesindeyse daha çok istişare, uyarı ve tedbir çağrıları söz konusudur. Bu bakımda mahkemelerde ortaya konulan müstemmel ve mürteb isyan tezi yalnızca ideolojik bir kurgu olarak görünmektedir. Bahadır Ağabey kıyamı sadece bir olay olarak değil, aynı zamanda bir ideolojik araç olarak okuyor. Kimi belgeler ve tarihsel gelişmelerle Cumhuriyet Yerleşimi’nin inşa sürecinde kıyamın nasıl araçlarlaştırıldığı, muhalefetin nasıl bastırıldığı ve inkılapların önünün açıldığı anlatılıyor. Rejimin bu yönünü İsmet İnönü şu sözüyle anlatıyor. ‘Bu isyan âmdır, şamildir ve mürettibdir, beni iktidara getirirseniz ben istiklal mahkemelerini kurar, asar, keser, sürerim.’

Özellikle ‘Hem Kürt ulusalcıların hem de kimi İslamcı anlatıların, Kemalist anlatının kronolojisine sadakatla bağlı kalan ve kendilerini buna göre inşa ettikleri’ tespitini de çok kıymetli buldum.

Bahadır Ağabeyin Şerif Fırat’ın ‘Doğu İleri ve Varto Tarihi’ kitabına yönelik eleştirilerini gerçekten çok kıymetli buluyoruz. Çünkü tarihi yazılımın neredeyse bu kitap rotasında kurban olduğunu görüyoruz

Bahadır Ağabey’e katılmadığım nokta, sözlü anlatımı biraz kenarda tutmasıdır. Şöyle, mesela biraz önce Musa Ağabey’in bahsettiği Şakiro gerçekten çok sarsıcı bir ezgi oluşturmuş. Şakiro bir İslamcı değildir; Müslüman bir Kürt ozanıdır, geleneksel bir adamdır. Onu dileyen herkes aslında İslam kayığının batırılması derken hilafete dikkat çektiğini görüyor. Dengbejler, duygularını en iyi anlatan sözlü tarihçilerdir. O kıyamın seferini şöyle açıklıyor: ‘Rus bir generalin adını söylüyor. Diyor ki, Artık Rus Generali’nin ve ecnebilerin kanunları bu ülkeye hakim oldu.’ diyor. Kıyamın kıvamına ait en net şeyi de bu olmuştur.”

Hamza Türkmen: Bu Şakiro’nun bahsettiği İslam kayığı eğer Hilafet ise, bakın onu ifade etmiştim. Hilafet kavramı tartışılmalı. Şimdi ‘Sebilurreşad’ başından beri Batılılaşmaya karşı mı? Ama Hilafeti savunuyor. Fakat Sultan Halife’yi savunmuyor. Nur Suresi 55. ayette geçen, hilafet ‘istihlaf’ yani ‘İslami yönetimi’ olarak geçer. İslami yönetimi savunuyorlar. Formül tartışılabilir, içtahadi boyuttur. Yani burada karşı çıkılan, rahatsız olan şey, Sultan Halife, yani Saltanattır.’ın tavrı bu. Ama yeni rejim İslami yönetimi toptan tahrif etmeye veya kaldırmaya çalışıyor. Böyle bir tablo var.”

vahdettinince.jpeg
Kazım Sağlam’ın sunumu çerçevesinde konuşan ilk müzakereci Vahdettim İNCE idi ve şunları belirtti:

“Cumhuriyet süreciyle birlikte başımıza gelen yabancılaşma devrimleri, aslında Osmanlıda çözüm olarak yönelinmiş olan Batılılaşmanın bir devamıydı.

Kazım abinin bir yazılı sunumu var bir de konuşma sunumu var. Tabii ben Kazım abi kadar içindeki fırtınayı dışarıya aktarmakta becerikli değilim. O yüzden tebrik ederim ama yazının sonunda ‘şeyh, ağa, medrese, feodal’ ifadesi kullanılmış. Bence bu bir sürç-i kalemdir. Yani Kazım abi böyle düşünmez ama sunum metninde böyle bir yaklaşımda sürekli var.

Kavramlar hangi kültürden geliyorlarsa, nereye giderlerse gitsinler o anlamları da beraberlerinden taşırlar. Mesela çevirisini yaptığım birkaç sene önce bir Kürt yazar vardı. O Kürt ağalarıyla ilgili bir söz söylemişti. Yine Kazım abinin iyi okullar dediği, çok güzel okullarda okumuş, daha iyi okullarda da eğitimi tamamlamış, Amerika’da tamamlamış ve şöyle diyor: Kürt Davudan ağaları çok affedersiniz, ‘Evlenen Ermenilerin ilk gece hakkına sahiptirler. ’Kürt feodal ağalarıyla ilgili böyle bir söz söyledi. Millet başladı ‘böyle bir şey olmaz falan’ demeye. Ama ben düşündüm, şunu anladım. Şimdi bu adam, feodalizmi gerçek kültüründen doğru kavramış. Feodalizm’de böyle bir şey var. Batı Feodalizm’de diyelim ki İngiltere’de, İngilizlerin İskoçlara karşı böyle bir hakları var. Ama bu Kürt ahalisi de ‘feodal’ ise o zaman ağa bu hakkını kime karşı kullanacak? Ermeniye karşı kullanacak diye bir saptırma gerçekleşti. Böyle bir hak olamaz. Yani bu kadarlık bir özetleme yapmak yeterlidir. Kazım abinin eline sağlık, diğer hocalarımıza da çok teşekkür ederim. İnşallah Mehmet Ali’de bir dahaki sefere Şeyh Said’in ana diliyle bir ezgi söyler bize…”

adnaninanc.jpeg

Oturumun son müzakerecisi olan Adnan İNANÇ, Kazım Sağlam’ın sunumu çerçevesinde konuşan son müzakereciydi ve o da şunları belirtti:

“Şeyh Said Kıyamı, Cumhuriyet döneminin önemli bir kırılma noktasıdır. Olayın farklı eğilimler tarafından farklı şekillerde yorumlanması, kamuoyunda ciddi bir bilgi kirliliği yaratmıştır.

Devlet aygıtı, Şeyh Said hareketini mahkum etmek için ikili bir tavır sergilemiştir: Olayı dış dünyaya “İslamcı, gerici”, Türk kamuoyuna ise “bölücü, serseri, çapulcu” bir hareket olarak anlatmıştır.

Kürt ulusalcıları (özellikle Öcalan ve PKK/HDP çevreleri), başlangıçta hareketi ‘gerici ve feodal’ olarak nitelemiş, ancak sonradan siyasi nedenlerle sahiplenmeye başlamıştır. Solcular ise olayı İngiliz provokasyonu olarak görmüş ve Musul/Kerkük harekâtını engellediğini iddia etmiştir.

En sahih anlatı, Şeyh Said’in kendi dilinden gelen talepleridir: Onun niyeti İslami ahkamın lağvedilmesi, medreselerin kaldırılması ve dine açılan savaşa karşı çıkıştır. ‘Kürdistan Üzerine Yazılar’ kitabında yer aldığı gibi Martin Van Bruinessen gibi araştırmacılar bile, Şeyh Said’in asıl hedefinin bağımsız bir Kürdistan değil, İslami adaletin hakim olması olduğunu belirtmiştir. Şeyh Said’in kardeşine verdiği cevaplar ve mahkemedeki ifadeleri, onun mücadelesinin dini bir sorumluluktan kaynaklandığını ve yenilgiyi bilse de şehadeti tercih ettiğini gösterir.  O dönemde yaşanan zulümler ve halkın Şeyh Said’e karşı zorla kışkırtılması, rejimin baskıcı yüzünü ortaya koymuştur.”

seyhsaid5.jpeg

Oturum Şeyh Said’in hareketi ve misyonuyla ilgili sunumda bulunan katılımcıların değerlendirmelerinden sonra oturum Fahrettin GÜN, Bahadır KURBANOĞLU ve Kazım SAĞLAM’ın son toparlama veya değerlendirme konuşmalarının akabinden geç saatte sona erdi.

 

Haber: Mehmet Suyuti Dindar

Fotoğraf: Erkam Beyazyüz

Başa dön tuşu