Şehit Fethi Şikaki ile İslami vahdet

İslam âleminde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında ihtilaf çıkarmaya çalışan kirli eller ne Sünnî, ne de Şia’dır… Onlar sömürücülerin elleridir, onlar İslamî ülkeleri ellerimizden koparmaya çalışmaktadırlar, onlar çeşitli hilelerle servetimize el koymak istemektedirler ve onlardır Şia-Sünnî arasında ihtilaf çıkartanlar.. (İmam Humeyni)
*****
Dr. Şehit Fethi Şikaki, (4 Ocak 1951 – 26 Ekim 1995), Filistin İslâmi Cihat Hareketi kurucusu ve lideri.
On dokuzuncu asrın başlangıcından bu yana İslam dünyası Batının “Endüstri Devrimi” adlı altında yeni saldırısıyla karşılaşmış bulunuyor. Aslında bu saldırı, öteden beri Hıristiyanlığın İslam’a karşı var olan kininden doğmaktaydı. Fransa’dan başlayan hücum ise bu taarruzun ilk görüntülerini oluşturuyordu. Bu saldırı sonucu, hilafet makamı unvanıyla zahiren korunan siyasî nizamımız çöktü ve İslam toprakları işgal edildi. Batılılar sonra da tutarsız lâik alternatiflerini sunarak fikrî ve ahlakî saldırılarını sürdürdüler. Otuz yıl önce bu saldırı, İslam dünyasının kalbinde Siyonist bir Yahudî devlet kurmakla en tehlikeli hedeflerinden birini gerçekleştirmiş oldu. Diğer yandan kendi uşaklarını, gasbettiği siyasî nizamımızın başına dikmeye devam ettiler.
Bu saldırı dönemeçli sinsi bir plan ile uygulanıyordu. Saldırının gerçekleşmesi İsrail’in varoluşuna bağlı idi. İsrail’in kuruluşu ise ancak hilafetin yok edilişiyle olabilirdi. İsrail kurulduktan sonra, hayatını sürdürmesi için de İslam topraklarını yönetenlerin Emperyalizmin uşakları olması gerekiyordu. Demek bu bağımlı yönetimler, bu saldırının mantıksal ve tabiî bir sonucu idi. Birinci yüzü İsrail olan madalyonun arka yüzünü de bunlar oluşturmalıydı. Böylece başladı bu planlar, son bir kaç yıla kadar da uygulandı.
Batı sömürgecileri İslam’ın çöküş uygarlığına son ve öldürücü darbelerini indirmiş bulunduğuna inandığı bir zamanda, İran İslam İnkılabı Batıya karşı taarruzuna başladı ve İslam’ın son asırdaki ilk başarısını gerçekleştirdi. Ölü bir gövde zannettikleri İslam yeniden canlanmaya başlamış, derin bir uykudan uyanıyordu. Ama bu kalkış neredendi acaba? Batılı tecavüz-kârların şeytanî planlarını uygulamakta büyük ölçüde muvaffak oldukları ve hiç korkmadıkları bir yerden, hem de çok canlı, genç ve görkemli bir kalkış. Yeni bir merhale başlıyordu; hayatımızda iki asırlık zillet ve aşağılığı asırlar boyu cehalet ve gerilemeyi yaşadıktan sonra.
İşte İslam İnkılabı bir takım yeni gerçeklerin temelini ilerleyişiyle atıyordu….
1. Süper güçlere karşı olan korkuyu herkesin ve özellikle müslüman ve diğer mustaz’afların kafasından çıkardı.
2. İnsanlık için yeni bir uygarlık örneği sunarak, Batı uygarlığını sorgulamaya başladı. Meşhur Fransız düşünür Roger (Groudy) “Humeynî Batı uygarlığını sorgulamaya aldı ve İran’lıların hayatına mana kazandırdı.” diyerek bunu savunmuştur.
3. İslâmî güç ve tesiri kırmak için bir asrı aşan çabalara rağmen, İnkılapçı İslam’ın bölge halklarının hayatında oynayabileceği büyük tarihî role açıklık getirdi.
Ama Batı ve uşakları bu inkılabı kendi yolunda ilerleyip, onlara karşı durup, onların heybet ve hegemonyasını kırmaya seyirci kalır mıydı?
Uzun bir bekleyişten sonra kurak toprağa yağan bir yağmur gibi ümmeti rahatlatan bu sevince göz yumup, inkılabın infilak ettirdiği bu şevkin sürmesine seyirci kalabilir miydi?
İran’ın müslüman halkının kıyamı ve imkânsız sayılan inkılabı, Batı ve uşaklarını büyük bir vahşete düşürdü. Bütün güçleriyle inkılapçı müslümanların siyasî hâkimiyeti ele geçirmemeleri için çalıştılar. Bunda muvaffak olamadıklarından, değişik mihverler üzerinde hareketi yok etmeye kalkıştırlar:
İnkılab’ın geçirdiği kargaşalık döneminden yararlanarak çeşitli azınlıkları kışkırtmaya çalıştılar.
İnkılap’la çatışmak ve İran’daki karşıt grupları destelemek için Emperyalistlerden her türlü yardımı gören grupları harekete geçirerek, içlerinde Şah ve Savak’tan arta kalanların da bulunduğu sağcı, solcu ve ilahî kanunları kabul etmeyen bütün lâik grupları seferber ettirme çabasında bulundular.
Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünü yaptığı, Amerikan elçiliğinde casusların rehin alınışı sonucunda tamamen alenî bir şekilde ilan ettikleri ekonomik ve siyasî ambargoyu uyguladılar.
Saddam ve Irak’ın askeri gücünü kullanarak, İran İslam İnkılabı’na savaş açtılar.
İnkılab’ın akışını durdurmak, zengin petrol kaynakları olan ve İsrail’e karşı durabilecek ülkelerde yaşayan Sünnî müslümanların bu İnkılap’tan etkilenmesini önlemek için son girişim olarak da İslam ümmetinin iki fırkası arasında fitne çıkarmak istediler.
Fakat (Allah’ın yardımıyla) azınlıklar adına yapılan başkaldırmalar ezilip, şah döneminin kalıntıları yok edildi neticede lâiklik cephesindeki muhalefet kendiliğinden söndü ve hatta ambargoyla karşılaştığında bunun sevindirici bir durum olduğu bizzat İmam Humeynî tarafından açıklandı. İmam, (izindeki Müslüman öğrenciler diye tanınan) casusluk yuvasını işgal eden öğrencilerle görüştüğünde onlara şöyle diyordu; “Biz midemiz için kıyam etmedik; bu nedenle bizlere ambargo uygulayacaklar ve aç kalacağız diye bir korkumuz yoktur. Bizler İslam için kıyam ettik. Nasıl ki asrı Saadette Hz. Muhammed (s.a.v) kıyam etti. Resulullah’ın karşılaştığı o eziyetlere baktığımızda biz henüz bir şey çekmedik ki” yine “Sizler inzivada olmadıkça (Emperyalist güçler ile bağlarınızı kesmedikçe) kafanız çalışmayacaktır.” demiştir.
Askeri tecavüze gelince, hezimet, hasret ve bir yenilgi ateşi olarak, bu komployu uygulayanların kalbinde kaldı. Bütün bu yenilgilere rağmen bizzat Batı Emperyalizm’i ve onun uşakları da bunu itiraf ediyorlardı.
Ama yine de komplonun beşinci ekseni olan Sünnî ve Şiî kardeşler arasında fitne çıkararak bazı başarılar elde ettiklerini söylemeliyiz. Gerçi bu fitne de sonunda su yüzüne çıkacaktır. Zira İslam Ümmeti bu fitne ateşini alevlendiren şeytanı çok geçmeden tanıyacak ve sömürgecilerin müslüman halkları bölmek istediğini fark edecektir.
Sömürgeciler, petrol şeyhleri ve tağutlar anlamışlardı ki bu saldırı için silah ve askere değil, sadece fetva verebilecek kimselere ihtiyaç vardır. Bu defa saldırıyı yönetenler sarıklı ve sakallı, resmî, gayri resmî âlim sıfatlı kimseler olacaktır. Görüyoruz ki, İslam İnkılabı’na karşı ansızın, namertçe bir saldırı başlatılıyor. Tağutlara boyun eğmiş bu gibi kimseler, İran İnkılabı’nın bir Şiî inkılabı olduğunu ve Şiîlerinse Fırka-i Dalle (sapık fırka) ya da kâfir olduklarını sonunda keşfettiklerini açıklıyorlar. Seccadesi üzerinden Şah’ın tahtını salladığı söylenen Ayetullah Humeynî de artık dalalete düşmüş ve kâfir ilan ediliyordu(!) İftira ve yalanlarla dolu Suudî Arabistan’ın yayınlattığı kitabı elinde taşıyan ve cami cami dolaşıp, onun muhteviyatını halka anlatan Müslümanın manzarasına sık sık rastlıyoruz. Elbette bu gençlerden bazısının iyi niyetler taşıdığını ve Allah yolunda çalıştıklarını zannetik-lerini anlıyoruz? Ama bunu da biliyoruz ki; cehenneme götüren yol bu gibi iyi niyetlerle doludur!
Acaba ne zaman bu gibi gençler iyi niyetlerine rağmen Emperyalist bir planı uyguladıklarını anlayıp, vakit geçirmeden kendilerini bu durumdan kurtaracaklar.
Gerçekten de İnkılab’a karşı düşman olan bu kimselerin böyle tutumu onlara ve onların fikir ve hedeflerine karşı İslam ümmetinin şüphe ve tereddütle bakmasını gerektiriyor.
Onların bu acaib tutumları, İslamî hareketi şimdiye kadar karşılaşmadığı bir çıkmaza sokuyor. Zira İslamî hareketin saflarında yer alan İslam İnkılab’ı düşmanları kendi meşruiyetlerini kayb ediyor ve gerçek bir İslamî hareket onları er ya da geç safdışı edecektir.
Evet, bizzat bu gasb edilmiş topraklarda bulunan mücahid müslümanın kalbindeki eşsiz İran örneğini öldürmek isteyenler, kendilerini ölüme mahkûm kılmışlardır.
Zira onlar tarihin itici hareketinin önünde duruyor, İslam ve müslüman-ların iftiharı olan bir imamın önderliğindeki İslamî İnkılab’a karşı duruyorlar.
Bilmiyorum şaşırmamak elde mi? Birçok İslam ülkesini gezmiş olan bir Filistin’li müslüman genç anlatıyordu:
“Siyonizm’in işgaline uğramış bu topraklarda bazı müslümanların İran İnkılabı’na karşı yürüttüğü iğrenç saldırı her yerden daha fazladır. Hâlbuki Filistin halkından daha fazla İnkılab’a yakınlık hisseden bir halk da görülmemiştir.”
Bu mukaddimeden sonra, bu kısa yazıda ben genelde müslümanlara ve özel olarak da İslam dâvasını yürütenlere bazı önemli hakikatları sunmaya çalışacağım. Sünnîlerle Şiîlerin kardeş olduklarını, Kur’an ve sünnet üzerine yaptıkları değişik içtihadları var ise de kardeşliklerini zedelemeyip, herhangi birini dinden çıkarmadığı hususları anlatmak istemediğim gibi, Şer’i deliller getirerek bu isbata ihtiyaç duymaya, bu hakikatı savunmaya kalkışmak da istemiyorum. Gerçi kör taassub ve cehaletin yaygınlaştırıldığı bu dönemlerde bu gibi araştırmalara da muhtacız. Ama bu konuyu başka bir açıdan ele alıp, Şiîlikle Sünnîlik hakkında İslamî hareketlerin öncüleri sayılan büyük Müslüman âlim ve düşünürlerin görüşünü aktarmaya çalışacağım.
Ben iyice biliyorum ki İran İslam İnkılab’ına düşman kesilen, Sünnîlik ve Şiîlik feryadını körükleyen bazı İslamî hareketlerin tabanının bu tutumu köklü ve yerleşik bir tutum değildir. Yabancıların, temiz ve ihlaslı gençleri şüphe ve yersiz kısır döngüye sokarak onlara verdikleri ârizî bir tutumdur. Görüyoruz ki İslamî İnkılap vasıtasıyla şuurlanan ve İslamî hedefleri galeyana gelen bu gibi gençler keşf ediyorlar ki, bu İnkılap İslamî değilmiş! Şiî bir İnkılap imiş ve şiîler de kafir imiş…!
İşte, Mühibbiddin Hatib isimli zat, Suudî Arabistan rejimi tarafından defalarca basılıp yayınlanan ve bizzat bu işgaldeki topraklarda bile (5000 adet) tekrar yayınlanan kitabında deliller sıralayarak Şiîlerin İslam’dan çıktıkları ve kâfir olduklarını iddia ediyor. Yazar, müslümanlar arasında tefrika yaratabilmek için her türlü yalan ve iftiraya başvurmuştur. Hatta Şiîlerin Kur’an’ının da elimizdeki Kur’an’dan farklı olduğunu söylemiştir.
Söz konusu kitabın yazarı olan Seyit Hatip kimdir acaba? Seyit Hatip “İlerici Arab Gençliği” gibi bir kavmiyetçi grubun saflarında yer alarak Osmanlı İslam Hilafetine karşı savaşmış bir kimsedir. Bu durumunun anlaşılması üzerine 1905 yıllarında öğrenim için bulunduğu İstanbul’dan Yemen’e kaçarak, Şerif Hüseyin’in Arap kıyamını başlattığında ona iltihak etmiştir. Sonra Hilafet Devleti tarafından idama mahkûm edilmiştir. Seyit Hatip Şam’a ancak Türklerin yenilgiye uğrayıp Arap askerlerinin orayı ele geçirmesiyle dönmüş ve sonra da orada “Asime” isimli ilk arapça dergiyi çıkarmıştır.
Şimdi müslüman düşünür ve İslamî hareketlerin Sünnîlik ve Şiîlik üzere bu fitne ve boş feryatlar hakkındaki görüş ve tutumlarını açıklamaya çalışalım:
Çağdaş İslamî hareketin öncülerinden biri olan Şehid İmam Hasan el Benna, Şia-Sünnî yakınlaştırma fikrini yaşayanlar arasındadır. Bazılarının imkânsız saydığı bu fikir, birçok İslam âlimi gibi Hasan-el Benna’ya göre gerçekleşmesi mümkün ve yakın bir hedef idi. Şehid İmam Hasan-el Benna “İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyetinin çalışmalarına katılarak topyekün halde (Sünnî’siyle, Şiî’siyle) müşterek âkaid ve ilkeler etrafında toplanıp, imanın bir şartı veya dinin bir rüknü olmayan ve dinin tartışma götürmez herhangi bir hükmünü inkâr sayılmayan konularda birbirlerini mazur görmeleri fikrini amel sahnesine getirmek için çalıştı.
Üstad Abdulkerim Şirazî, Sünnî ve Şiî ülemasının makalelerini ihtiva eden “İslamî Vahdet” isimli kitabında “İslamî Mezhebleri Yakınlaştırma Cemiyeti”nin kurucularının görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Onlar şu ilkeler üzerinde birleştiler ki: Allah-u Teâla’ya inanan ve Hz. Muhammed’e son peygamber olarak iman getiren, Kur’an’ı İlahî kitap, Kâbe’yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rükünlere iman getiren, Ahiret’e iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs “müslüman” sayılır. Bu ana ilke, meşhur dört Ehl-i Sünnet Mezhebinin temsilcileri ile Şiâ’nın İmamiyye ve Zeydiye kolunun temsilcilerinin birleştiği noktaydı.”
Bu Cemiyette yer alanlar arasında el-Ezher’in Şeyhi ve zamanın en yüksek fetva makamı el-İmam-il Ekber Abd-ul Mecid Selim ve el-İmam Mustafa Abdurrezzak ve Şeyh Şaltut gibi büyük alimler de vardı.
Şehit İmam Hasan el-Benna’nın bu meseledeki rolünün ne derece olduğunu belirleyecek yeterli bilgi yoktur. Ama İhvan-ı Müslimin’in düşünürlerinden biri olan Üstad Salim Behnesavî şöyle diyor:
“ İmam Hasan el Benna ve İmam Kummî’nin özel katkılarının olmasıyla “İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti” kurulduğu günden beri, İhvan-ı Müslimin ve Şia arasındaki işbirliğinin var olması, İmam Nevvab Safevi’nin 1954 yılında Kahire’yi ziyaret etmesi neden olmuştur.”
Sonra aynı yerde şöyle diyor: “Bu şaşırılacak bir şey değil; iki cemaat’ın gittikleri yol bunu gerektiriyordu”. Bilinmektedir ki İmam Hasan el Benna, Ayetullah Kaşanî ile 1948 yılında hac merasiminde görüşmüş ve önemli konular üzerinde anlaşmışlardır. Günümüzde İhvan-ı Müslimin’in önde gelen simalarından Şehit İmam Hasan el Benna’nın talebesi Üstad Abdulmuteal Cebrî “Hasan-el Benna Niçin Öldürüldü?” adlı eserinde bu konuya temas ederek, Rober Jakson’dan naklen şöyle diyor: “Eğer bu kişi hayatta kalsaydı (Hasan el Benna) çok şeyler gerçekleştirebilirdi bu ülke için. Özellikle Hasan el Benna ve İranlı lider Ayetullah Kaşanî, Şiî ile Sünnîler arasında ihtilafı kaldırmak üzerinde anlaşsalardı. Bilindiği üzere bu iki şahsiyet Hicaz’da 1948 yılında görüşmüş ve temel noktalar üzerinde anlaşmışlardır.” Üstad Cebrî bu sözlere atfen şöyle diyor: “Rober doğru söylemiştir. O siyasî idrakiyle İmam Hasan el Benna’nın İslamî mezhebleri yakınlaştırmak üzere çabalarını anlamıştır.”
Bundan bir kaç önemli gerçeği çıkarabiliriz:
1- Şiîler ve Sünnîler birbirlerini müslüman görürler.
2- Bunlar arasında uyuşma ve buluşmayı sağlayıp, ihtilafları bir kenara atmaları mümkün ve gereklidir. Ve bu da şuurlu İslamî hareketlerin mes’uliyet çerçevesine dâhildir.
3- İmam Şehid Hasan el Benna bu yolda ağır bir çaba göstermiştir.
Bilindiği üzere Irak’ta İhvan-ı Müslimin saflarında yer alan birçok Şiî genç var idi. Nevvab Safevi Suriye gezisinde İhvan-ı Müslimin’in Suriye genel müdürü Doktor Mustafa Sibaî ile görüşmüş ve Sibaî ona bazı Şiî gençlerin İhvan yerine lâik ve kavmiyetçi örgütlerde çalıştıklarını söylemiş ve bunun üzerine Nevvab orada büyük bir kalabalık karşısında minbere çıkarak şöyle söylemiştir: “Kim gerçek bir Caferî olmak istiyorsa, İhvan-ul Müslimin’in saflarında yer alsın.” Nevvab Safevi Şiî “Fedaiyan-ı İslâm” örgütünün mesuludur.
Ustad Muhammed Ali Zennavî “Yeni Asırda En Büyük İslamî Hareketler” adlı kitabında, Bernard Lewis’ten naklen şöyle yazıyor: “Onlar (İslam Fedaileri Örgütü) Mezheblerinin Şiî olmasıyla birlikte İslamî Vahdet fikrini taşıyorlar, fikrî yönden büyük ölçüde İhvan-ı Müslimin örgütüne benziyorlardır.”
Üstad Zennavi daha sonra “İslam Fedâileri” örgütünün ilkelerinden bazısını şöyle hulasa ediyor:
1) İslam, hayatı tamamen içeren bir düzendir.
2) Müslümanlar arasında Sünnî’siyle Şiî’siyla fırkacılık yapılmamalıdır.
Sonra Nevvab’ın sözlerini naklediyor: “Birlikte İslam için çalışalım. İslam’ın şerefi uğruna yaptığımız cihat’tan başka her şeyi unutalım. Acaba müslümanların şuurlanıp Şiî’lik ve Sünnîlik diye tefrikaya düşmekden elçekmelerinin zamanı gelmedi mi?”
Fethi Yeken “el-Mevsuat-ül Harekiyye” adlı kitabının 163’ncü sayfasında Nevvab Safevi’nin Kahire’ye ve iştiyakla karşılaşmış ziyareti hakkında bilgi verdikten sonra, Şah tarafından Nevvab Safevi’ye verilen idam hükmü hakkında şöyle diyor:
“Zalimce verilen bu hükme İslam ülkelerinde sert bir şekilde karşı çıkıldı. Nevvab Safevi’nin kahramanlığı ve mücadelesini bilen müslüman halk kitlesi verilen bu hükme karşı tavır koyarak, böyle bir hükmün çağımızda büyük bir zaiyat olduğunu bildirdiler.”
Fethi Yeken’in görüşüne göre, müslüman bir Şiî’nin şehadeti İhvan-ül Müslimin’in önde gelen şehidlerinin şehadeti gibidir. O şuna inanmaktadır: “Nevvab Safevi ve arkadaşları; tertemiz kanlarıyla gelecek nesiller için özgürlük yolunu aydınlatan şüheda kafilesine katılmışlardır. Zamanı geldi, İslam inkılabı İran’da gerçekleşti ve şahinşahlık imparatorluğu böylece sona erdi. Nitekim Allah-u Teâla, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: “Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur!”
(Saffat/171-173)
Üstad Fethi Yeken “el-İslam-u Fikretun ve Hareketun ve İnkılabun” adlı kitabının 58. sayfasında şöyle diyor:
“Arapların İran’daki Nevvab ve arkadaşları gibi kimselere ihtiyaçları vardır… Lâkin Arap ülkeleri henüz bunu idrak edememişlerdir… Henüz İslam hareketinin Arap ülkelerine ihtiyaç duymadan tek başına işlerini yürütebileceğini anlıyamamış-lardır… Acaba şimdi İran İslam Cumhuriyeti Nevvab gibi kimselere sahip midir?…”
Üstad Fethi Yeken, Nevvab gibi kişileri bekliyor. Öyleyse niçin Nevvab ve Nevvab’dan daha üstün kimseler İran’da oluşunca birçok yüzler kızardı?
İhvan-ül Müslimin’in yayınladığı “el-Müslimun” adlı derginin birinci sayısının 76. sayfasında Nevvab Safevi’nin arkadaşlarının tutuklanmaları hakkındaki görüşünü naklediyor:
“Tağutların müslümanlara zulmettiği, onları baskı altına aldığı her yer ve her zamanda, müslümanlar mezhebi ihtilaflara önem vermezler; birbirlerinin sorunlarına, mazlum arkadaşlarının dertlerine ortak olurlar. Şüphesiz bizler, düşmanın müslümanlar arasında tefrika çıkarma planlarını boşa çıkarabiliriz. Gerçekten de çeşitli mezheplerin varlığının hiç bir zararı yoktur. Mezhepleri ortadan kaldırmak bizlerin elinden de gelmez. O halde ne yapmalıyız? Bizlerin görevi; kalplerinde hastalık olan kimselerin bu durumdan faydalanmalarına izin vermemek olmalıdır.”
Nevvab Safevi sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bizler eğer bu gün öldürülmez isek yarın öldürüleceğiz; bizlerin bu uğurda kurbanlar olması ve kanlarımızın akıtılmasıdır ki, İslam’ı diriltecek ve zafere kavuşana dek koruyacaktır. Bu gün İslam bu kanlara muhtaçtır. Kan dökülmeden, kurbanlar verilmeden hiç bir zaman zafer elde edinilmez.”
İhvan-ı Müslimin ile Şia’nın var olan irtibatları konusunu tamamlamadan şunu da belirtmekte yarar görüyorum: İki sene öncesine kadar Kuzey Yemen’de İhvan-ı Müslimin’in lideri olan üstad Abd-ül Mecid Zindani bir şiî idi. Kuzey Yemen’deki İhvan-ı Müslimin’in birçok uzuvları da şiîdirler.
Şimdi de Takrib Cemaatı hakkında bazı açıklamalarda bulunalım: Bu konuda ilk önce bu cemaatın önemli üyesi olan el-Ezher’in reisi büyük lider Şeyh Mahmud Şeltut’a kulak verelim. O şöyle demekte: “Ben takrib düşüncesinin çok değerli ve saygın bir metoda sahip olduğuna inanmışım. Bu cemaatın ilk kurulduğu yıllardan bu yana üyesiyim.” (el-Vahdetu’l İslamiye, s. 20)
Aynı kaynakta sayfa 23’de ise şunları söylemekte: “Evet el-Ezher-i Şerif, çeşitli mezhepleri birbirine yakınlaştırma metodu üzere hareket ederek. İslamî mezheplerin fıkhını, Şia ve Ehl-i Sünnet farkı gözetmektsizin delilleriyle birlikte hiç bir taassuba kapılmadan okutturmayı amaçlamıştır.”
Mekzur kitabın 24. sayfasında ise sözlerini şöyle noktalamakta:
“Ben bir sofra etrafında; bir Mısır’lı İran’lının yanında, bir Lübnanl’ı Irak’lının yanında, o da bir Pakistan’lının yanında başka İslamî milliyetler de bir arada aynı zamanda Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî; İmamiye ve Zeydî’nin yanında kardeşlik ruhu, dostluk-muhabbet zevki, ilim-irfan dâhilinde oturmuş oldukları halde; fıkhî, tasavvufi, ilmî meselelerde sohbetleri yükselirken onlara hitaben Dar-ut Takrib’in toplantıları hakkında bir konuşma yapmayı çok arzu ediyorum.”
Şeyh Şeltut, takribten maksadın mezhepleri ortadan kaldırmak veya birbirlerine karıştırmak zannıyla takrib düşüncesine karşı çıkanlara işaretle şöyle demekte:
“Dar kafalı, kötü niyetli kimseler takrib düşüncesine karşı gelmekteler. Bu gibi kimseler bütün ümmetler içerisinde bulunurlar; tefrikayı kendi varlıklarını sürdürmek olarak bilenler, heva ve heves ehli, bozguncu, hasta ruhlu kimseler bu düşüncemize karşı gelenlerdir. Onlar kalemlerini tefrika üreten siyasetler için kullanmaktalar, yapıcı hareketlerin sürdürülmesine, Müslümanların birliğine engel olmaktadırlar.”
El-Ezher’den ayrılmadan önce Şeyh Şeltut’un Şia hakkındaki özel fetvasına kulak verelim. Fetvanın bir bölümünde şunlar yer almakta:
“Şia İsna aşeriye adıyla da bilinen Caferî Mezhebi’ne bütün Ehl-i Sünnet mezheplerine olduğu gibi taklid etmek şer’n caizdir. O halde Müslümanların bu meseleyi bilmeleri, kendilerini haksız olarak belli mezhepler üzerinde taassubtan kurtarmaları gerekir. Ne Allah’ın dini ne de O’nun şeriatı, belirtilmiş bir mezhebe tabi değildir… Bunların hepsi Allah’ın yanında makbul olan müctehitlerdir.”
Büyük bir grubu teşkil eden takrib taraftarı âlimlerden biri olan Şeyh Muhammed Gazali’nin görüşleriyle bu konuya başlıyalım: “Keyfe Nefhem-ul İslam” kitabının 142. sayfasında şunları yazmakta:
“… Hâkim olan siyasetler, hakimiyetlerini sürdürebilmek, üstün olmak, şehvetleri uğruna itikatta olmayan bir şeyi itikat içerisine sokmuşlardır. Bu ise müslüman-ları iki büyük fırkaya bölmüştür. Gerçekte her iki fırka, tek bir Allah’a ve Allah Resulüne iman etmişlerdir. Hiç biri bir diğerinden dini düzenleyecek ve kurtuluşa kavuşturacak inançlar konusunda eksik değildir.”
Aynı sayfada şöyle devam ediyor: “Ben her ne kadar birçok farklı meselede Şia’dan farklı düşünüyor ve amel ediyorsam da bu benim bu düşüncemi din olarak kabul etmemi ve karşı tarafı günahkâr saymamı gerektirmez; aynı şekilde de Ehl-i Sünnet mezhepleri içerisindeki farklı düşünceler içinde bu böyledir.”
Sayfa 143. de ise şunları demekte: “Sonuçta, din ayaklar altına alınsın, ümmet iki fırkaya bölünerek birbirlerine düşman olup, birbirlerini yok edecek planlar düzenlesinler diye Şia ve Sünnî ihtilaflarını akidevî esaslara dayandırdılar. Bu işi yapanlar aşağıdaki ayetin muhatabdılar:
“Dinlerini parça parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”
(Enam suresi: 159)
Şeyh Gazali, Mezkur kitabın 144-145. sayfalarında da şöyle demekte: “Gerçekten her iki fırka Allah’ın kitabına ve Resulü’nün sünnetine inanarak İslam dâhilinde birleşmekteler. Bu dinin temel esaslarında hiç bir farkları yoktur. Ama fıkhî meselelerde değişik görüşlere sahip olsalar da bütün İslamî mezhepler bu konuda aynı görüştedirler; müçtehid doğru veya hatalı olursa ecrini alır.”
Sonra da sözünü bu noktaya kavuşturuyor: “Biz fıkhî meselelerle karşılaştığımızda, Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların aynısını HanefI, Şafiî, Malikî, Hanbelî mezhepleri arasında da var olduğunu görüyoruz…. Biz bunların hepsine gerçeklere kavuşmak yolunda aynı gözle bakıyoruz.”
Şeyh Gazali “Nazarat-un fi’l Kur’an” kitabında Şia âlimlerinden birisinin görüşünü naklederken bu kitabın 79. sayfasında şunları söylüyor:
“Görüşünü naklettiğim bu kimse Şia’nın büyük edib (edebiyatcı) ve fakihlerindendir. Onun bütün görüşlerini nakletmemdeki neden, bazı dar görüşlü kimselerin Şia milletini İslam’ın yabancısı ve İslam’dan sapmış olarak görmesinden dolayıdır. Bu kitabın “Mucize” bölümünde onların daha iyi tanınmaları için daha çok söz edeceğiz.”
Sayfa 158’de Hibetuddin el Hüseyni adında başka bir Şia âliminin görüşünü beyan ederken şöyle diyor: “Bu zat Şia’nın büyük âlimlerindendir. Onun bütün görüşlerinde okuyucular, bu âlimin Kur’an’ın mucize oluşu hakkındaki önemli fikirlerine tanık olsunlar diye ve Şia’nın Kur’an’a ne kadar önem verdiklerini ve saygı gösterdiklerini bilmeleri için bu satırları yazdım.”
Evet, İhvan-ı Müslimin’in en büyük Şeyh’i Gazali’nin Şia hakkındaki görüşü budur ve o böylece cehalet karanlığını hakikat nuru ile yok ediyor.
Doktor Suphi Salih “Mealim-uş Şeriat-il İslamiyye” kitabının 52. sayfasında şöyle diyor: “Şia’ların imamları Peygamber’in sünnetine karşı olabilecek hiç bir söz söylememişlerdir.” şöyle devam ediyor: “Onların yanında sünnetin çok büyük bir saygınlığı vardır. Şeriat kaynağı olarak onların yanında Kur’an’dan sonra Peygamberin sünneti gelmektedir.”
Üstad Said Havva ise “el-İslam” kitabının c. 2, 165. sayfasında İslam ülkelerinin parçalanmaları hakkında şöyle demekte:
“Gerçek-ten de İslam dünyası muhtelif fikhî mezhep ve gruplardan oluşmuştur. Her bölge de kendine özgü fikir ve mezhebe sahiptir. Bu yüzden diyorum ki: Herkes kendi dili üzere yaşadığı bölgede kendine has yönetime sahip olsa ne mahzuru vardır? Şiaların yaşadığı bölge kendi yönetimlerine, ayrı mezhep ve düşüncede olanlar ise kendi bölgelerinde kendi yönetimlerine sahip olsunlar. Her bölge kendi yönetimi için bir yönetici seçsin ve hepsi birlikte bir merkezi yönetimdeki halifeye tabi olsunlar.”
İşte İhvan-ı Müslimin’in düşünce adamlarından biri olan Said Havva’nın sözleri; “Şia’nın da İslam gölgesi dâhilinde kendine ait bir yönetimi olsun ve Şia da dâhil olmak üzere çeşitli mezheplerin olması İslam ve müslümanlara hiç bir zarar getirmez.”
İslam araştırmacısı Mustafa Şek’a “İslam bila Mezahib” kitabının 182. sayfasında şöyle demekte: “İmamiye-i İsnâ aşeriye mezhebine mensup olan şialar bu gün bizlerin arasında yaşamaktadırlar. Vahdet ve düşüncelerin yakınlaşması için de bizlerle çok sıkı irtibatları vardır. Çünkü dinin muhtevası güçlü ve birdir; hiçbir zaman tefrikaya yol açmaz.”
Üstad Muhammed Ebu Zehra ise “İslam mezhepleri Tarihi” kitabının 39. sayfasında diyor ki: “Şüphesiz Şia, İslamî bir mezheptir. Ama Sebâîleri onlardan ayırt etmek gerekir. Onlar (Sebâîler) Hz. Ali’yi Allah yerine koymaktadırlar. Şüphesiz Şiîler ne derlerse kaynakları, Kur’an’a ve Resulullah’ın sünnetine dayanmaktadır.” Aynı kitabın 52. Sayfasında da: “Onlar Sünnîlere sevgi ve saygı ile bakmakta, asla buğz etmemekteler.” diye yazmaktadır.
İhvan-ı Müslümin’nin Irak’taki en büyük liderlerinden olan Doktor Abdulkerim Zeydan “Dirasat’uş Şeriat-il İslamiyye” kitabının 128. sayfasında şöyle diyor: “Caferî mezhebine tabi olan müslümanlar İran, Irak, Hindistan, Pakistan ve Suriye ile Lübnan’ın bir bölümünde yerleşmişlerdir. Şia ve Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında var olan ihtilaflar her mezhebin kendi arasında da vardır.”
İhvan-ı Müslimin’nin düşünürlerinden Üstad Salim Behnesavî “Es Sünnet-ül Muftera aleyha” kitabının 60. sayfasında “Şiîlerin bizim Kur’an’ımızdan farklı Kur’an’ları vardır” diyen bazı kimselere şöyle cevap vermekte: “Şiîlerin cami ve evlerinde bulunan Kur’an, Sünnîlerin ellerindeki Kur’an’ın aynısıdır.” Kitabının 260. sayfasında da şöyle diyor: “Oniki İmam mezhebi adıyla tanınan Şiîler, İslam ümmetinin eskiden beri ellerinde bulundurduğu Kur’an’ın bir harfini değiştirmeyi küfür olarak bilmekteler.”
Üstad Behnesavî kitabının 67-75. sayfalarında “Şialar Kur’an’ı değiştirmiştir” diyen kimselere cevaben, Şia âlimlerinden bazı nakillerde bulunarak İmam Seyyid Hoyi’nin dilinden kitabın 69. sayfasında şunları yazmakta: “Herkesin bildiği gibi bütün müslümanlar, Kur’an’da bir değişiklik olmadığına ittifak etmişlerdir. Bizim elimizdeki Kur’an Rasulullah’a nazil olan Kur’an’ın ta kendisidir.”
Şeyh Muhammed Rıza Muzaffer’in dilinden de şunları nakletmekte: “Hâlihazırda bizim elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur’an Rasulullah’a nazil olan Kur’an’dır. Kim bunun aksini söylerse hataya düşmüştür. Çünkü Allah’ın sözü azaltılıp fazlalaştırılacak bir söz değildir. (Ki ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen -Allah- tarafından indirilmiştir).
Kaşif-ul Gıta’dan ise şunları nakletmekte: “Bu Kur’an ne fazlalaştırılmış, ne de azaltılmış, ne de değiştirilmiştir; bu konu üzerinde bütün müslümanların ittifakı vardır.”
Üstad Salim Bahensavî: “es-Sünnet-ül Müftera aleyha” kitabının başka sayfalarında Şiîlerin müslüman olduklarına dair bir çok belge getirmektedir. Daha sonra ise Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinin arasında bazı zayıf ve sahih olmayan hadislerin varlığından bahsetmektedir. Aynı kitabın 61. sayfasında şunları söylüyor:
“Ama Şiîlerin inancı olan ismet konusu Sünnîler tarafından kabul edilmemektedir. Bu konuyu biraz açıklamak gerekir; Eğer her iki taraf Oniki İmam’ın (a.s) bu konuyu belirttiği gibi kabul etseler o zaman birbirlerini tekfir etmezler. Çünkü Oniki imamların (a.s) hiç bir söz ve amellerini hatalı görmemekte ve onların fikirlerini İslamî olarak kabul etmektedirler; onları sadece teoride masum kabul etmemekteler. Bu da o konuda kaynakları olmamasındandır. Oysa bir şeyin küfre neden olması, ancak Kur’an’da kesin olarak belirtilen ve Resulullah’ın sünneti olan bir mevzunun gerçekten var olduğunu bildiği halde inkâr edilmesi suretiyledir. Eğer hadisin Resulullah’tan olmadığını biliyorsa bu yüzden inkâr edilmesinden dolayı küfür isnat edilemez.”
Üstad Enver el Cundi “el-İslam ve Hareket-ut Tarih” kitabının 420. sayfasında diyor ki:
“İslam Tarihi Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki siyasî-fikrî tefkrikalarla doludur. Haçlı seferlerinden bu yana İslam birliğinin engellenmesi için bu yabancılar tarafından körüklenmektedir. İslamî mezhebleri, birbirlerine yaklaştırmak isteyen İslamî hareketler ise bu ihtilafların köküne inerek meselenin hali için her zaman çaba sarf etmektedirler. Bu arada Şia ve Sünnî her iki taraf düşmanların amellerini anladıkları için bu ihtilafların azaltılması ve birbirlerine yakınlaşması için gayret göstermişlerdir.”
Şimdi bu ihtilafları kimlerin körüklediğini bilmekte miyiz acaba? Bundan kimler yararlanıyor? Acaba bizleri, birbirimizi kâfir görmemiz için ihtilafa davet edenin şeytan olduğunu anlıya biliyor muyuz? Gerçekte bu ihtilaflar, bu hataya düşenlerin düşündükleri şeylerden daha küçüktür.(Ehlader)