Av. Zeki Rüzgar: Kanlı Gözler, Helikopter ve Hitler

KANLI GÖZ
Osman Şiban’ın helikopterden atıldıktan sonra kanlı gözlerinin yansıdığı fotoğrafını ilk gördüğümde, Almanya’daki bir mülteci kampında sürgün bir hukukçuydum.
Bu yazıya başladığımda tarih 20 Eylül 2020, saat ise sabah 04:00 civarıydı ve hâlâ gözlerimi kapatabilmiş değildim. Aslında son üç gündür uyuyamıyordum.
Uyuyamamın sebebi ne yaşadığım kamptaki kötü koşullar, ne yatağımın rahatsızlığı, ne de kamptaki herkes gibi yarı aç yarı tok olmamdı.
Uyuyamamın sebebi, zihnimden çıkmayan bir çift kanlı göz, helikopter ve Hitler’di.
Kanlı gözlerin sahibi Osman Şiban’dı. Tıpkı Servet Turgut gibi 11 Eylül 2020 tarihinde askerlerce gözaltına alınmış, iki gün sonra ise Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ortaya çıkmışlardı.
Servet Turgut ağır yaralı olarak bir süre yoğun bakımda kalmış, ancak doktorların çabalarına rağmen yaşamını yitirmişti. Ancak o zamanlar henüz akıbeti belirsizdi.
Osman Şiban ise 17 Eylül’de yoğun bakımdan normal servise alınmıştı. İşte burada, vicdanı olan herkesin zihnine kazınacak o kanlı gözleri, Mezopotamya Ajansı’ndan Cemil Uğur’un objektifine yansımıştı.
Osman Şiban’ın bilincini kaybetmiş hâlde boşluğa bakan o kanlı gözleri, son üç gündür basında ve sosyal medyada sık sık karşıma çıkıyordu. Oysa daha ilk gördüğüm andan itibaren o gözler, bir daha zihnimden silinmemişti. Almanya’daki mülteci kampında geçirdiğim günlerin başında olmam nedeniyle, zaten kuş uykusuna dönmüş olan uykumun kalan kısmını da alıp götürüyordu.
Şiban’ın o tek kare fotoğrafından bile yaşadıklarını, gördüğü işkenceyi ve maruz kaldığı travmaları anlamak mümkündü. Ancak Van Valiliği yaptığı açıklamada, “Teröristlerin etkisiz hâle getirilmesi sırasında gözcülük yapan bir kişinin ‘dur’ ihtarına rağmen kaçmaya çalıştığı ve bu sırada kayalıktan düştüğü, yine etrafta tuhaf hareketlerde bulunan başka bir kişinin daha yakalanarak her ikisinin de usulüne uygun olarak muhafaza altına alındığı”nı söylüyordu.
Okuyan herkesin geri zekâlı olduğu varsayımıyla kurgulanmış bu açıklamada, “usulüne uygun olarak muhafaza altına alınmış” bu iki kişinin neden iki gün sonra hastanede bulunduğuna ve neden yaşam savaşı verdiğine dair hiçbir ifade yoktu.
Valilik, yıllardan beri olduğu gibi, “dur ihtarı yapılmış olmasının” ortaya çıkan her türlü sonucu meşrulaştıracağını düşünüyor olmalıydı.
Ne de olsa daha önce öldürülmüş binlerce insanın arkasından yapılan bu minvaldeki açıklamalar herkes tarafından kabul edilmiş, başka bir açıklama yapmaya ihtiyaç duyulmamıştı.
Osman Şiban’ın kanlı gözleri ise bize bakmaya devam ediyordu.
Nihayetinde başka hiçbir yetkili herhangi bir açıklama yapma gereği duymadı.
Hatta hiçbir yetkili konunun araştırılacağını söyleme gereği bile duymadı.
Hiçbir savcı, konu hakkında bir soruşturma açmayı aklından bile geçirmedi.
Belli ki Van Valisi gibi hiçbir yetkili, Osman Şiban’ın gözlerinden ne korkmuş ne de utanmıştı.
HELİKOPTER,
Ben de aslında korkmuyordum Osman Şiban’ın o kanlı gözlerinden. Sadece utanıyordum. İnsanlığımdan, hukukçu kimliğimden. Ama helikopterden korkuyordum.
Oysa çocukluğumda ne çok severdim helikopteri. Helikopter diye bir şeyin var olduğunu öğrendiğim ilk andan itibaren, bir gün bu araca binip kendimi kuş gibi hissedeceğimi düşünmüştüm. Ah, keşke bir gün binebilseydim.
Ta ki büyüyüp devrimcilerin helikopterlere bindirilerek sarkıtılıp işkence edildiğini, hatta hazırlanan ifadeleri imzalamayan devrimcilerin aşağı atılarak öldürüldüğünü öğrenene kadar…
1980 ve 1990’lı yıllarda, ne kadar çok insanın aynı şekilde öldürüldüğüne dair haberler okumuştum. İnsanlar, tıpkı Servet ve Osman gibi, ailelerinin yanında gözaltına alındıktan sonra helikopterlerle yukarı çıkarılıp aşağı sarkıtılıyor ve binlercesi aşağı atılarak öldürülüyordu.
O yıllarda binlerce insanın aynı şekilde öldürüldüğü biliniyordu. Tanık ifadeleri basında ve mahkeme tutanaklarında yer aldı. Hatta bazı kontrgerilla itirafçıları bu cinayetleri itiraf etmiş, sorumluların isimlerini vermişti. Ancak bugüne kadar hiçbir görevli bu ölümler nedeniyle soruşturulmadı.
Aynı işkence ve infaz yöntemi dünyanın birçok yerinde de kullanılıyordu. Bunu da basından sıkça okumuştum: Guatemala, Brezilya, Arjantin, Bolivya, Kolombiya, Şili, Venezuela, Filipinler ve daha nice ülkede…
Yöntemin yaygın olarak kullanılması, bunun merkezi olarak bir işkence yöntemi olarak uygulanmasına karar verildiğini gösteriyordu. Tüm ülkelerde sonuç aynıydı: Hiçbir yetkili soruşturulmuyor, cezalandırılmıyordu.
Hatta 2016’da seçilen Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte, belediye başkanlığı yaptığı dönemde (1994-2016) yakaladıkları suçluları mahkemeye çıkarmadan polislerle birlikte helikopterden aşağı atarak öldürdüklerini övünerek anlatmıştı. Buna rağmen bu yazıya başladığım 2020 yılında hâlâ görevinin başındaydı.
Ne kendi ülkesinden hiçbir adli makam, ne de dünyadan herhangi bir başka devlet yetkilisi kılını kıpırdatmış, tek bir söz etmemişti.
Osman Şiban ve Servet Turgut’un da helikopterden atılarak yaralandıkları, hastane raporlarına kadar girmişti. Dolayısıyla Van Valisi’nin yalan açıklamalarıyla yaratılmaya çalışılan karalama kampanyalarına ve olayı çarpıtma çabalarına rağmen, bu olayı araştıracak herhangi bir savcının veya soruşturulmasını isteme yetkisi bulunan bir hâkimin önünde hiçbir engel yoktu. İşleri kolaydı. Ama yine de sorumlular hakkında hiçbir işlem yapılmadı.
Oysa sadece gözaltına alan görevliler çağrılıp ifadeleri alınacaktı.
Basının ve siyasilerin gündemine bu kadar giren bir olay hakkında, suçsuz görevlilerin gerçek sorumluların adını vermekte sakınca görmeyecekleri açıktı. Çünkü hiç kimse, başkasının sorumluluğunu üstlenmek istemezdi.
Bu iki kişinin yaralı bulunduktan sonra hastaneye kaldırılmaları çok önemli bir ayrıntıydı. Belli ki vicdan sahibi bir askeri yetkili, bu suçsuz insanların öldürülmesine karşı, karşılaşacağı tüm yaptırımları göze alarak direnmiş ve onları hastaneye yetiştirmişti. Oysa on binlerce Kürt köylüsü, ailelerinin gözü önünde gözaltına alınıp dağlarda, ormanlarda öldürülmüş, daha sonra çatışmalarda vurulmuş gibi tutanaklar tutularak ölümlerinin üstü örtülmüştü.
Olayın basına yansıması ve tüm Türkiye tarafından bilinmesi nedeniyle, Türkiye’deki tüm hâkim ve savcılar kendini görevli sayabilirdi. Bunu onlar da çok iyi biliyordu. Yeter ki, taşıdığı cüppenin hakkını verecek bir hâkim veya savcı bulunsaydı. Ama bir tane bile namuslu hâkim veya savcı çıkmadı. Tam tersine hem Osman Şiban hem de fotoğrafını çeken gazeteci Cemil Uğur gözaltına alındı ve haklarında örgüt üyeliğinden dava açıldı. Cemil Uğur aylarca tutuklu kaldı.
HİTLER,
Diyeceksiniz ki, Hitler bu hikâyenin neresinde?
Hitler bir konuşmasında, “Almanya’da hukukçu olmanın utanılacak bir meslek olarak görüleceği günler gelecektir” demişti. Ama Nazi Almanyası’nda bile bu gerçekleşmedi.
Elbette bu utancı taşıyan Alman hâkim ve savcılar olmuştu. Ancak Hitler, özlemini duyduğu o günleri, yani hukukçu olmanın utanılacak bir meslek olduğunu görme fırsatını bulamadan gitmek zorunda kaldı.
Fakat bugünlerde Hitler’in özlemini duyduğu hayalin Türkiye’de gerçekleştiğini söylemek mümkün. Bütün şaşaalı sözlere rağmen biliyoruz ki, “Türkiye’de hukukçu olmak utanılacak bir meslek” hâline geldi.
Emir eri hâline gelen yüksek yargıçlar, yüksek yargı organlarının başkanları, hâkimler, savcılar artık kimseden saklanmıyor. Hatta saklanma ihtiyacı bile duymuyorlar. Yürütmenin önünde hazırola geçmek, şaşalı törenlerde yer almak, cüppelerini iliklemek için olmayan düğmeleri aramak konusunda birbirleriyle yarış halindeler.
Ülkede hukukun ayaklar altına alınmış olması, devletin mafyatik uygulamaları, güçler ayrılığının ortadan kaldırılması, yasa yerine padişah buyruklarının uygulanması, anayasa ve yasaların bizzat devlet yetkililerince çiğnenmesi, hiçbir hâkim ve savcıyı rahatsız etmiyor gibi görünüyor.
Hitler’in emir eri olan savcılar, hâkimler, subaylar, yüksek memurlar; kısaca tüm görevliler, adalet karşısına çıkarıldıklarında (Nürnberg, Kudüs ve Japonya’da görülen davalarda) hep “işleyen bir çarkın parçası olduklarını”, “yapacak bir şeyleri olmadığını”, “emirlere uymadıkları takdirde cezalandırılmaktan korktuklarını” söyleyerek kendilerini savunmuşlardı.
1939 yıllarında Almanya’da faşizmin yükselmesi sonrasında yayımladığı bildiri nedeniyle tutuklanan, daha sonra Hitler zulmüne karşı bizzat silahlı mücadeleye katılan ve bu nedenle uzun yıllarını sürgünde geçirmek zorunda kalan Alman filozof Hannah Arendt, Nazi subayları ve memurlarının yargılanmaları üzerine uzun çalışmalar yapmıştı. Kendi deyimiyle “tarifsiz zulümlere” rağmen, bu suçluların nasıl adil yargılanabileceklerine dair bir felsefi yol bulmaya çalışmıştı.
Hannah Arendt bir konuşmasında, zulüm düzeninde ortaya çıkan direnişçiler, devrimciler ve ölümü göze alarak suç ortağı olmayı reddeden kişilerin varlığı karşısında; bu davalardaki sanıkların savunmalarının hiçbir kıymeti olmadığını ve düzenin farklı noktalarında yer alarak zulüm düzeninin sürmesine hizmet eden herkesin suç ortağı olduğunu söyler.
Bu yazıyı düzenleyip yayımlamama neden olan şey, Osman Şiban’a yapılanların üstü örtülmesine rağmen, örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandığı davada kendisine verilen 7 yıl 6 aylık cezanın İstinaf Mahkemesi’nde onaylandığını öğrenmem oldu.
Bu vesileyle Türkiye’de sürmekte olan zulüm düzeninin en önemli uygulayıcıları hâline gelen hâkim ve savcılara hatırlatmak istedim.
Ülkemizde hâlâ tüm baskı ve cezalara rağmen zulüm düzenini kabul etmeyen avukatlar, sendikacılar, gazeteciler, öğrenciler, köylüler, işçiler ve memurlar var.
Ülkemizdeki faşist ve katliamcı düzenin sürmesine hizmet eden herkes bunu bilmek zorunda.
İşgal ettikleri makamlardan bir menfaatleri yoksa o makamları terk etmeliler. Aksi takdirde, düzenin çarklarında dişli olmadıklarını, destekçileri olduklarını ve düzenin sürmesinin sebebinin onlar olduğunu bilmelidirler. Dolayısıyla işlenen tüm suçların ortakları ve failleridirler.
Unutulmamalıdır ki, sebebi ne olursa olsun suçlarını itiraf ettikten sonra yıllarca görevine devam eden Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte bile, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından 11 Mart 2025 tarihinde gözaltına alındı ve şu anda hakkında yürütülecek ceza davasını hücresinde beklemekte.
Bugün ülkemizde, Hitler Almanyası’nın 1940’lı yılları gibi faşizmin her şeye hâkim olması, kötülüğün geçer akçe hâline gelmesi kimseyi yanıltmasın.
Ülkemizdeki zulüm sahipleri açısından da 1945 ve sonrası yıllar gelecektir.
Kimsenin kuşkusu olmasın.